11 Ocak 2022 Salı

Terapide-1

Bu aralar hayatı sevmek üzerine düşünüyorum. Neredeyse iki yıldır benim yaptığım gibi saatleri günleri ve haftaları birbirine ekleyip bitmek tükenmek bilmeyen işlerin ortasında kendine 5 dakika zaman ayırmaya çalışmak, ama tabii önce bunu hak etmeye uğraşmak, sanıyorum ki hayatı sevmek değil. En iyi ihtimalle ben buna zaman öldürmek derdim (şayet üstü kapalı bir şekilde ruhunu öldürmek değilse).

Evet aylar sonra gelmiş bunları yazıyorum çünkü gerçekten de yaşadığım günlerin bahsetmeye değer bir tarafı yokmuş gibi hissediyorum. Her gün birbirinin aynısı bir iç sıkıntısıyla akşamı zor ettim, en kısa özeti bu.

Çocuk sahibi olmanın benim için kendimle yüzleşmekle ilgili olarak en zor şey olduğunu düşünüyordum. Hoş hala öyle. Fakat anlıyorum ki insanı kendi defoları ile yüzleştirecek başka şeyler de varmış.

Koca bir nesil birbirimize bu konuda çok benzesek de ,sanıyorum ki herkes aynı derecede yaralanmış değil. Kendi değerini, sevilebilirliğini ya da işte her ne derseniz onu, takdir edilmek, onaylanmak ve/veya başarılı olmakla eş görenler burada mı? Titiz bir çalışma etiği ya da mükemmeliyetçilik sandığınız şeyin aslında sadece gün sonunda takdir edilmek için bir çırpınış olduğunu anladığınızda nasıl hissettiniz? Ben bir şey hissetmedim çünkü hala bir şeyleri muntazam hale getirmeye çabalamakla meşguldüm. Sorun şu ki ben uğraştıkça ve hatta daha kusursuz yapmaya çalıştıkça daha fazla sorunla karşılaştım. Bu beni durdurdu mu? Hayır, daha ateşli bir şekilde uğraşmaya,bazen de iyice içime çekilip kendime eziyet etmeye mecbur bıraktı. Ama daha da önemlisi, farkında olmadığım asıl konu, kimsenin yaptığım şeyi takdir edecek kapasitede olmamasıydı. Düşünüyorum da kapasiteleri olsa bile belki umurlarında olmayacaktı. Peki o zaman kimse görmeyecekse kimse anlamayacaksa, herkes görsün herkes anlasın ve herkes onaylasın diye o çılgın çabam ne anlama geliyordu? Ben bunu nasıl görememiştim? Kendi kuyruğunu kovalarken kendi gölgemden kaçarken kendi boğazımı sıkarken her şeyi unutmuştum.

Şimdi çok mu farklıyım? Çok değil. Fakat en azından farkındayım.

Hayatı sevmek üzerine düşünüyorum oradan kendini sevmeye varacağıma eminim.

Kendi terapi koltuğumda, tüm etik prosedürleri aşarak, kendimi kucaklıyorum.



7 Ekim 2021 Perşembe

acil şifalar

herşeyin çok mu önemli hiç mi önemsiz olduğuna karar veremediğim bir noktadayım, ve sanki o noktada donup kalmışım. tıpkı toplantının en can alıcı yerinde donan zoom ekranını görünce olduğu gibi, içimde inanılmaz bir huzursuzluk var.bok vardı sanki diye düşünüyorum , bok vardı sanki bu işi yapmaya talip oldun! bıle bıle kendini şu zorluğa soktun, değer mi bunca strese... fakat ertesi gün ya da ertesi an şöyle düşünüyorum; yerimde saysam delirirdim, hepsi düzelecek, çok iyi gidiyorum, hepsini halledeceğim.

gerçekten iyi mi gidiyorum, tepetaklak yokuş aşağı mı düşüyorum bilinmez, ama anne ve eş olarak performansıma geçer not veremiyorum. temel ihtiyaçların karşılanması, bir nevi mekanik işlevler için sorun yok; evle ilgili şeyler takip ediliyor, ev hep toplu temiz düzenli, ne bileyim herkesin her zaman üstü başı temiz ütülü, çiçekler ölmüyor... fakat gerçek şu ki benim de yüzüm gülmüyor. bir şeye kendimi vermek için, aslında "orada olmak" için aşırı bir çaba göstermem gerekiyor. yapamıyorum. sabrım sıfır. basit mızmızlanmalarla ya da günlük arızalarla sınandığım an gerçek bir zorbaya dönüşüyorum. asla kötü davranmadığım çocuğuma ağzımdan çıkan sözleri kulaklarım duyduğunda kendime bir tane çarpasım geliyor. bilmem, belki başkası o kadar uç bulmuyordur ama benim için kırmızı çizgi olan şeylerin üstünde gezinirken kendimi bulduğumda ölesiye mutsuz ve kendime öfkeli oluyorum.

bugün de çok bunaldığım sıradan bir gün. aylar sonra niye yazıyorum bilmiyorum. 

belki de kendime şifa diliyorum.


8 Şubat 2021 Pazartesi

Göktaşı

Sırtından ter akana kadar elim sende oynadıktan sonra, diş fırçalarken günün özetini geçeceği tuttu yine. Plüton'n neden gezegen sayılmayacağını (valla son durum ne bilmiyorum, salak ettiler gezegeni sayılır sayılmaz derken) anlattı ve panik içinde "bunları tekrar etmemiz lazımdı annneeaaaaa!" diye çığlığı bastı. "Bunlar"dan kastının ne olduğunu bilmediğim için aptal aptal neyi tekrar edeceğiz diye sordum, sormaz olaydım iyice panikledi. Çantasına koşup baktım; ne not var ne kağıt kreşten gelen... 

Neyse ki neleri tekrar edeceğini kendisi biliyormuş, hem de tekrar etmesine gerek olmayacak kadar! "Dünya'nın kendi etrafındaki dönüşü... 69 saat miydi kaçtı? ha! 24 saattir ve bir gün denir. Yani dünya kendi etrafında bir günde döner...." diye başladı, karadeliklerden, kristalleşmiş gaz bulutlarından çıktı. Ona değil ama bana epey bir tekrar oldu! 4,5 yaş çocuğuna bu detayları niye verdiler acaba diye düşünmeden edemedim... Neyse, göktaşları ve atmosfer sürtünmesi derken bir anda kendimizi (yine) neden dinozorlar yok oldu diye ağlamaklı halde bulduk. bilim adamı olunca onlar geri getirebileceğine inandığı için şükür ki ağlamadan konunun o kısmını geçtik.

Özetle, yatağa uzandıktan tam 1 saat sonra uyuyabildi, çünkü sustuktan sonra bile düşünmeye devam ediyordu, adım gibi eminim. Tam uyudu zannederken "Ben astronot olup uzaylılar gerçekten var mı diye gezegenlere bakacaktım ama sihirbaz da olabilirim büyüyünce" diye zıpladı, "istediğini olabilirsin yavrum ama daha akıllı olmak için dinlenmiş bir kafa lazım uyusak artık?" dedim sabrımın son çeyreği ile... İçi rahatlamış olacak ki pat diye uyuyuverdi sonra.

O uyuyunca düşündüm, ya bugün ultrasonda göğsümde gördükleri kitleye kritik veya şüpheli deselerdi?

Doktor takip edelim bir şey yok demiş olsa da içim tamamen rahatlamadı.

Ya o göktaşı benim dünyama düşmüş olsaydı???


10 Ocak 2021 Pazar

Sırtıma patpat

 Bugun yeni kontratim geldi. Bir senedir ugrasiyorum bu isle. Cokca tedirgin, mutemadiyen yorgun oldugum, bir taraftan da `hakikaten yaptim yahu`` dedigim bir sene oldu. Surekli duygudan duyguya suruklendim, cok sey ogrendim, epey de yiprandim. 

Zaten kontrati bekliyordum, evraklarimi istediler hazirladim, 1.5 aydir evrak pesinde kosturuyordum. Yine de mail gelince kalbim kut kut carpti.

Simdi gunun 2. Turk kahvesini icerek, hediye paketi sekilli minik bir cikolatayi yiyerek ve biraz da aglayarak yaziyorum. Demek ki derinlerde bir yerde bu konu icin tedirginmisim. Zorlandigimi hissettigim zamanlar olsa da kendime aslinda hep guvendim, fakat beni asan baska seylerin bu ikinci kontrat firsatini elimden alabilecegi dusuncesini aklimdan cikaramamisim…

Hem rahatlamis hem de onumdeki maraton icin biraz kaygiliyim.

Neyse, bunu bir kenara birakalim. 

Seninle gurur duyuyorum canim kendim, harika bir is cikardin. Baskalarinin aksini dusundurmesine izin verme. Bildiginden vazgecme,calismayi birakma. Yolun acik olsun.

28 Aralık 2020 Pazartesi

Bugun de delirdik sukur...

 

Saat 15.00.

Oglum 2 saattir tv izliyor. Yemegini de tv karsisinda yedi. Ben de basbas bagiran cizgi film karakterlerine inat bilgisayarimi alip geldim, odaklanip calismayi UMUYORUM, ama sanki olmayacak duaya amin demek gibi…

Saat 13.00`e kadar ne yaptik? Once kahvalti, birlikte mutfak toplama, bir tur kosturmaca, sonra yazma cizme etkinligi ( o sirada bir kac e-posta cevaplayim dedim tabii mumkun olmadi, biraktim), arkasindan resim ve boyama, sonra korsancilik ve son olarak da bildigim tum Marvel kahramanlarina tas cikaran yeteneklerimizi sergiledigimiz bir ``super kahramancilik`` oyunu. Daha bir kelime is yapmamisim, olsun  iyi guzel, ama oyundan sikilmaya basladigi an cizgi film acalim diye israr etmeye basladi, iste burasi can sikici. ``Oglum isim cok deyince oyun diye tutturuyorsun, hadi oynayalim deyince de cizgi film istiyorsun, bu ne yaa?!`` diye cocuga yukseliyorum. ``O ayili cizgi film varya onun saati gelmis olabilir`` diye cevapliyor, hadi gel biraz da buradan delir.

Bugun kocam ise gitti, ama o evdeyken de vaziyet hemen hemen boyle. Cunku o da evden calisiyor, o gun yogun calismiyorsa bile artik oyun oynamaktan gina geldigi ve ``lutfen tv ac baba, seni rahatsiz etmem`` seklindeki telkinlere acik oldugu icin hoop sihirli dugmeye basiveriyor.

Bu cocuk 1 ay oncesine kadar okuluna severek gidiyordu, artik aglamiyor huysuzluk etmiyor, mutlu mutlu yasiyordu(k). Once (gercek) sayilari acikladilar, sonra okullari kapattilar, actilar, kapattilar ve sonunda yeniden actilar. Bu kez de ben inanilmaz bir korkuya kapildim ve cocugu gonderemez oldum.

Cunku kimse bi bok bilmiyor gibi hissediyorum! Okullari niye kapatiyorsunuz (tum siniflar icin soyluyorlar) cocuklarin bilissel sosyal ve akademik gelisiminin icine tukurdunuz, risk cok az diyen bir kesim var.

Bir de cocuklar hastaliktan cok etkilenmiyor fakat aileye tasidiklarinda aileler cok agir gecirebiliyor diyen bir kesim var .Beni korkutan en cok bu oldu, esim ve ben ayni anda hasta olursak ne yapariz diye dusunup delirdim. Bir de, ikimiz de evdeyken cocugu da kendimizi de riske atmis olmaz miyiz diye dusunup vicdan yaptim.

Peki elime ne gecti? Stres ve daha cok stres disinda? Bi de ``kesicem simdi kendimi aaaayyyy her seyi picaklarimmm`` ruh hali var, etti 3.

Motivasyon da kalmadi, odaklanma da… ``Bikhtihhh yaaa`` demek istiyorum durmadan. Islerimi kafamda siralayamiyor, siralasam erteliyor ve yapmak istemiyorum.

Neye karar versem yanlis gibi geliyor. Cocuk televizyona mahkum kaldi, iyice uyustu uzaklasti,zaten kimseyle gorusmuyoruz sosyal olarak cok etkilendi diyorum uzuluyorum; boyle gunler sanki herkes  cocugunu okula gonderiyormus gibi geliyor. Kocam yilbasindan sonra baslasin o zaman okula deyince de, iki kisi bir cocugu idare edemedik, hic biri sagliktan kiymetli mi, herkesin cocugu evde diye dusunuyorum.

Galiba deliriyorum.

6 Aralık 2020 Pazar

Önyargılar, tokatlar ve sorular

Kendimi genel anlamda önyargılı biri olarak tanımlamam. Hepimizin farkında bile olmadan düştüğü peşin hüküm çukuruna eminim ben de düşüyorumdur, fakat insanları "gerçekten" tanıyacak sohbetler etmeden onları alıp bir kenara koymamaya çalışırım. Kimsenin potansiyelini de küçümsemem, belki benim kıymet verdiğim bir alanda iyi değildir fakat pek çok şeyde benden "daha fazladır" diye düşünürüm.

Tamam, nereye gidiyor bu giriş? Şuraya; lisede bir zaman sınıf arkadaşı olduğum ve o zamanlar pek de hazzetmediğim, şu an öğretmen olarak görev yapan birinin sosyal medyada yaptığı paylaşımı gördüğüm ana ve o an yaşadığım şaşkınlığa...

Sözünü ettiğim eski sınıf arkadaşım 24 Kasım münasebetiyle öğrencilerinden ve diğer meslektaşlarından aldığı mesajlardan bazılarını sosyal medyada paylaşmış. Öğretmen olduğunu biliyordum ve uzun zaman doğu görevi için mahrumiyet bölgesi sayılan bir yerde kaldığını ve müdür yardımcılığı yaptığını duymuştum. Şimdi olaya bakın ki, önyargılı olmadığını ve kimseyi küçümsemediğini iddia eden ben, idari bir göreve getirilmesini siyasi duruşuna bağlamış ve içimden söylenmiştim. 

Halbuki ekran resmi alıp koyduğu o öğretmenler günü mesajları şunu söylüyordu; olmayan imkanlardan imkan yarattığını, fizik gibi zor bir dersi sevdirdiğini, her dertleri ile ilgilenecek bir abi ve bir büyük olduğunu, samimiyet ile disiplinin ayarını asla kaçırmadığını, çok ama çok sevildiğini... 

Okudukça, ilk hissim olan takdir ve imrenme yerini (düşündüklerimi hatırlayarak) utanmaya bıraktı. Sürekli etrafını memnun etmeye çalışan bu yüzden pek de kendi fikri olmayan, fazla samimi hareketleri nedeniyle bir türlü sevemediğim bu arkadaş, belki "defo"su olan bu sevgi ve onay bekleme halini alıp harika bir şeye dönüştürmüştü. Zor şartlarda bir okulu iyileştirmiş, öğrencilerini şahsi konuları ve dersleri için desteklemiş ve sonuçta birilerine "dokunmuştu".

Kendimi ve yakın çevrem dışında kimseye " faydası dokunmayan" hallerimi düşündüm, düşündüm, düşündüm...

Bu hafta bir şey daha oldu.

Birlikte çalıştığım bir yabancı arkadaşım pandemi sürecinde evden çalıştığımız için Roma'da eşinin yanında kalırken, bir kaç haftalığına Ankara'ya geldi. Yazın geldiğinde dışarıda buluşmuş, açık havada bir şeyler içip yürüyüş yapmıştık. Plan yine buydu fakat o geldikten sonra kısıtlamalar başladı, her yer kapandı. Benim yavruya oyuncak ve biraz da çikolata getirmiş, dönmeden önce gelip bırakmak istediğini söyleyince tam bir yurdum insanı gibi, bir şeyler yiyip içmeden gidemeyeceğini söyledim. Haftalardır evde tek başına oturmaktan bunaldığı için sevinerek kabul etti. 

İlk kez evime geldiği için gayet çekingen halleriyle havadan sudan ve bitip tükenmek bilmez işlerimizden bahsettik. Sonra bir anda telefondan bana bir fotoğraf gösterdi, çok yaşlı bir kadın ve iki çocuk. Çocukların anne babaları vefat etmiş, büyük anne ise yaşlı ve hasta. Ufaklıklar annesinin uzaktan kuzeninin çocukları imiş... Laf nereye gelecek derken "onları evlat edinsem mi diye düşünüyorum" deyiverdi!

Bu işe gireli bir yıl oluyor ve dirsek teması çalışıyor olsak da fiziksel olarak birlikte çok zaman geçirmedik. Çalışma ortamımız o kadar gergin ve zor ki herkes birbirine gülümsüyor ve ölesiye nefret ediyor. Bu arkadaşın da pek sevilen biri olduğu söylenemez, iş konusunda oldukça takıntılı ve zor biri... Bense başından beri büyük bir sorun yaşamadım kendisi ile, çünkü tahmin ediyorum ki etrafındakilerin aksine her zaman açık, net ve güven verici oldum. Pandemiden sonra ara ara mesajlaştık, iş için toplantılarımız öncesi bir yarım saat lafladık, geçen geldiğinde buluştuk. Yine de bunu bana anlatacak, 4 yıl önce vefat eden annesinden ve yaşadıklarından bahsedecek kadar yakın hissettiğini düşünmemiştim.  

Evlat edinme sorusunu duyunca, önce donup kaldım, sonra sanki İngilizceyi bir hafta önce öğrenmiş gibi bir şaşkınlıkla, döke saça düşüncelerimi anlattım. Herkesin ne kadar farklı bir hikayesi var, hayatında ne tür çıkmazlar,  bilmediğimiz yönler, arkada ne kadar derin acılar var bir kez daha fark ettim. Onun için kalpsiz diyenler iki çocuk evlat edinmek istediğini duysalar nasıl hissederdi diye düşündüm. Eski sınıf arkadaşıma gelen mesajları görünce utandığım gibi onlar da utanır mıydı acaba...

Bilemiyorum tabii, kendi kendime düşündüp duruyorum günlerdir, aldığım dersleri unutur muyum onu bile bilemiyorum. Fakat, yaşlandıkça sanırım, yüzüme böyle tokat gibi çarpan şeyleri sevmeyi öğrendim. İyi ki, unutkan olsa da ders alan varlıklarız...




Sonuç olarak, durum aynı...

Hafta içi yavruyu okuldan almaya gittik... Kış kelimesini duyunca bile üşüyen bir tip olduğum için üzerimde uzun bir mont vardı. Siyah bir tayt ve siyah spor ayakkabılar. Oğlan yine büyük bir isyan içerisinde "Yine yanlış zamanda geldin yine! yine! yine! Daha yeni inmiştik oyun odasına, ben eve gelmiyorum başka yere gidiyorum"diye bağırırken bizden hemen önce iki çocuğunu alıp giden adama gözüm takıldı. Okuldan erken aldığım için isyan eden bu arkadaşın, sabah okula bırakılırken de "Akşam bazen kızıyorum ama sen yine de erken gel tamam mı?" dediğini de yazmış olayım. Neyse, adama bakarken eşini fark ettim; adam takım elbiseli, kadın da sıradan bir Ankara'lı memur giyiminde (kumaş pantolon, ceket, gömlek vs.), fakat o da ne! Kadının ayağındaki topuklu botlara çakılıp kaldım, gözümü alamıyorum! O boyda bir topuklu ayakkabıyı ömründe 5 kere ancak giymiş bir insan olarak niye o kadar etkilendim, niye ayağımdaki spor ayakkabıları çıkarıp çantama saklayasım geldi bilmiyorum. Yani ağlayacağım, o kadar kötüyüm! Sonra eve varana kadar düşündüm, ne oluyor ne oluyor... Buldum! Görünüşleri bundan 9-10 ay önceki ben (ayakkabı hariç) ve kocam...İşten dönüyorlar! Sanki birileri hayatımızı çalmış, bizi eve hapsetmiş, üstüme de o siyah taytı yapıştırmış gibi dokundu bana. İçinde bulunduğumuz duruma iyice bilendim, virüsün yedi sülalesine içimden sayıp sövdüm, bir miktar da kendime kızdım. Okuldan çocuğunu alan neredeyse tüm veliler bana benziyor halbuki, evden çalışıyorlar, sanki birbirimizi siyah taytlarımızdan tanıyalım diye anlaşmışız, nedir bu bir anda delirmek... Neyse, özetle kendime hiç ama hiç hakim olamadığımı, duygu durumumun saniyeler içinde değiştiğini bir kez daha gördüm.

Gördüm ve ne oldu? Kendime buradan ne gibi bir şey çıkardım? Hala b.k gibi hissettiğim dışında yani? Hiçbir şey tabii.

(Yazı bir hafta önce yazılmış ve yayınlanmamış... Ne okul kaldı ne düzen bu geçen sürede tabii...)




Öcü!

İnsanların neden birbirine “öcü” gibi baktığını anlamakta zorlanıyorum. Ben de sıradan bir insan olarak bazı şeylere şaşırmaya, tanıma...