29 Ocak 2018 Pazartesi

Challenge geldi haaaaanııım- Manzara ve iç ses

Sıkıcı bir iş gününde, evden gelen “oğlan hasta oluyor gibi, ilaç mı versek?” sorusu ile moral yerlerde, challenge için yazmaya geldim. Tabii ki “ilaç falan verme anneeeaaa” diye cırladım telefonda ama bağışıklığım değilse de psikolojim çöktü şu an… O yüzden penceremden görünen manzarayı (4. Soru; şu an pencerenden görünen manzarayı yaz) olduğundan daha çirkin anlatabilirim.
Tam bir Ankara manzarası –yani yol var, araba var, kısalı uzunlu çirkin binalar var- olmasının dışında, karşıdaki sitede çatı dubleksi kirasının 5.800 lira olduğunu bilmek bile içimi daraltıyor. Özel bir site olduğu için değil, “özel” bir konumda yapılmış olduğu için.  Daha doğrusu o bina yapıldıktan yıllar sonra buraya başka “özel” şeylerin inşa edilmiş olmasından dolayı konumu önem kazanmış sıradan bir apartman orası. Neyse, manzara diyorduk. İşte bir de devasa vinçler durmadan çalışıyor karşımda; acayip büyük bir yapı her gün giderek yükseliyor ve arkasında kalan diğer acayip büyük ve acayip önemli ve acayip pahalı ve bazılarınca neredeyse acayip kutsal olan diğer yapıyı gizliyor. Eskiden orası hep ağaçtı, lojmanlar falan da vardı. Şimdi çok mühim bi’ yer. Neyse daha yazmayım, adres versem daha açık olacaktı.
Başlamışken 5. soruyu da yanıtlayım; bir güzel alıntı kondurayım şuraya:
Bir an ne yazacağımı bilemedim iyi mi… Sonra aklımda “İnandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar” sözü belirdi.
Kimin söylediği konusunda çeşitli tartışmalar var; Hz. Ali, Hz. Ömer ya da Mevlana’dan bir veciz olduğunu iddia eden kaynaklar mevcut. Söyleyeni kim olursa olsun, üzerinde düşündükçe insanı kalbinden ya da vicdanında bir yerden vurduğu kesin. Aslında, karşımdaki manzaraya bakınca aklıma bu sözün gelmesi mükemmel çalışan bilinçaltımın bir sonucu diye düşünüyorum.  
Tevazu, yardımlaşma, hakkaniyet, merhamet, güzel ahlak, teslimiyet ve daha bir sürü şeyi çağrıştıran bir inanca mensup olduğunu iddia eden, fakat gösteriş, hırs, kayırma, acımasızlık ve fesat içinde yaşayan insanlar bunu nasıl yapabiliyorlar diye kafamı çok yordum. Cevabı burada işte; bir kez inandığından ayrılırsan (ki bunun bir dini inanç olması şart değil, hayattaki herhangi bir prensibin ya da bir etik görüşün de olabilir) ve onun gerektirdiğinden farklı yaşamaya başlarsan, o yaşayış tarzı sana normal gelmeye başlıyor ve inandığın şey ona doğru evriliyor. Hayatına neyi sokarsan inancın ona dönüşüyor. İşte bu da karşımda devasa biçimde görünüyor şu an…
Kendi özelimde ise bu cümleyi ne zaman düşünsem, suçüstü yakalanmışçasına panikliyorum. Ben de sıradan bir insan olarak zaman zaman çizgimden uzaklaştığımı hissediyor, bazen uzun muhasebeler sonunda bazen de tokat gibi inen basit bir fark edişle oraya geri dönmeye çabalıyorum.
İşin günlük tarafında; sadece kadın olduğum, onlar gibi giyinmediğim-görünmediğim için bile sürekli kendimi namlunun ucunda hissettiğim için sivrilmekten çekiniyorum. Bu da beni küçük ama sürekli ve acı verici biçimde bunaltan bir döngüye sokuyor; öyle düşünmüyorum ama asıl düşündüğüm şeyleri ifade edemiyorum da… Hadi onlar gibi olursam, bu halleri kanıksarsam diye korkuyorum sonra. Elimde iki seçenek var, kendime güvenmeyi ve muhasebeden kaçmayarak bildiğimde devam etmeyi seçiyorum.
Dilerim inandığım gibi yaşamaya devam ederim her zaman. 

25 Ocak 2018 Perşembe

Haftadan kalanlar-2

Son 2 haftadan kalanlar;
  • Sırt ağrısı, boyun ağrısı, kas sıkışması
  • Uykusuzluk, uykusuzluk, uykusuzluk
  • Sinir, stres, gerilim.

Ağrılar; çünkü spor yapmaya vakit yok, yavrunun uyku saatleri işten geç çıkmamız nedeniyle kaydı, o yattıktan sonra ben yatağa kadar yürürsem onu spor sayıyorum. Sonuç olarak, ağrılarım aslında beklenen bir şeydi; fizik tedaviden bu yana egzersiz olarak hiçbir şey yapamadım ve stresli 2 hafta geçirdim.
Uykusuzluk; çünkü stresten uyuyamadım ve Murphy kanunları her zamanki gibi geçerli oldu. Uyuyamıyorsan ve dinlenmeye ihtiyacın varsa, uykuya dalabildiğin o kısıtlı sürelerde çocuk uyanır. O iki hafta boyunca mesela sabahları 5.30’da uyanmaya karar verir ya da ilk ciddi kabusunu görerek hepinizi gece gece korkutur.
Sinir, stres, gerilim; çünkü bir sürü “boş” insanla çalışıyorum. 1.5 ay önce hazırlığı bitmiş bir iş son dakikaya kalıyor, çünkü odalardan taşan egolar, çünkü döt korkusu yüzünden aksiyona geçemeyen yöneticiler. Stresliyim, çünkü lanet olsun içimdeki sorumluluk duygusuna! Boşversene kızım, boşversene! Kime diyorum huuuu!

İşte böyle.

Bunun dışında yavru 3 kelimeli cümlelerde ilerliyor, onu dinlemek acayip keyifli... Yemekteyken kapı çaldı, apartman görevlimizin çöp topladığı vakti artık öğrenmiş olacak ki; “aaaa, İlyas kapı çaldıııı, İlyas amca - çöp aldııııı” diye cırladı. İnsanın bu cümleye bu kadar mutlu olabiliyor olması garip; yavru dünyanın en iyi şiirini yazdı ya da felsefi bir eserden alıntı yaptı gibi seviniyorum uzun cümleler kurunca. 2 sene önce bu durumu görsem başka bir ailede, kesin dalga geçerdim…

İş yerindeki en yakın arkadaşımın oğlu seneye anaokuluna başlıyor. Şimdiden karalar bağladı kız. Alternatif okulları araştırıyor, aramızda konuşuyoruz, eğitim sistemimize gömüyor, bu çocuklar bu ülkede ne olacak falan diye dertleniyoruz. Bak anaokulu diyorum, seneye diyorum, benimki de daha kreşe bile başlamadı üstelik. Eve en yakın ilkokula verilen, Anadolu Lisesi’ni kazanmış olmasa onun yanındaki ortaokul ve liseye gönderilerek ilk ve orta öğretimi tamamlamış olacak biz 80 kuşağı anne-babaların, çocuklarının okul hayatını kreş döneminden itibaren planlamak zorunda kalması çok acıklı değil mi? Vallahi başka kelime bulamıyorum, kendimize de bildiğin acıyorum. Daha sıpa tuvalet eğitimi almadan onun “eğitim hayatı” için bas bas paraları okula/leylaya moduna girmemiz mi, hadi parası batsın bunu bir tarafa koy, bir de düşüne düşüne beynimizi yakmamız mı daha acıklı? Üstelik şu anda kafam karışmış bile değil, ne olursa olsun yavru daha küçük yeeeeaaaa gevşekliği var bende.  Ama seneye kreş krizlerini bildiririm artık. Bir kere daha yazık bize diyor, bu konuyu kapatıyorum.
Haftadan başka bi’ şey kalmamış düşününce.
Ay, buna da yazık o zaman. Vah vah ederek kapatıyorum haftayı.

21 Ocak 2018 Pazar

Challenge geldi haaaanıımm ! Gevşek-sosyal-bakımlı-hamarat

Daha sık yapsam dediğim 5 şeyin başında gevşemek var. Nedensiz gevşek sırıtışlar olsun, efendime söyleyeyim kedi gibi kıvrılıp sakin sakin sakin uzanmak olsun, özellikle iş yerindeki kaosun içinde bir fincan kahve alıp kafamı toplamak olsun… Böyle gevşemelere daha çok ihtiyacım var. Gerginlik işleri hızlandırmıyor, olmazları oldurmuyor. Sadece yoruyor.
Gevşeyeyim, anda kalayım, huzurlu olayım derken ben...

İnsanlarla daha çok görüşmek mesela bu da ikincisi olabilir. Büyük şehir koşturmacasından sakınmak için minnak dünyamızda - evimizin güvenli sınırlarında takılmak çok hoş… ama insan lazım. İnsana insan lazım dostlar, bu bir gerçek. Hatta yavruya bile lazım. Resmen hafta sonunda bir zaman kırıntısı yaratıp karı koca film seyredeceğiz ya da sabah kahvaltısını ikindiye kadar toplamayacağız diye, eve birini davet etmekten çekinir olduk. Sadece biz değil, herkes öyle. Herkes buluşacaksak dışarıda buluşalım modunda… Fakat o iş yavrulu aileler için ayrı bir sıkıntı. En azından bizimki gibi kıpırdak modele sahip olanlar için… Tamam, evde bile olsan ortamda çocuk olduktan sonra buluşup bir “yetişkin sohbeti” gerçekleştirmek çok mümkün değil. İyi de iade mi edeceğiz yavruları şimdi, n’apıcaz yani!

Bir de keşke sevdiklerimi daha çok arasam… Düzenli olarak aradığım tek aile büyüğüm anneannem. Geri kalanının haberlerini almak için anneme falan düzenli soruyorum ama aramıyorum. Baba tarafımı ise hiç arayasım gelmiyor. Halbuki hepsini severim ve kırk yılda bir aradığım vakit, seslerinin şenlendiğini hissederim. Bu konuda epey öküzüm kabul ediyorum. Arkadaşları da çoğu zaman yazışarak yokluyorum. Onlar da öyle yapıyor. Aslında doğrusu bu değil bence ama çağımızın gereği bla bla bla deyip geçiyorum…

Kendime daha sık bakım yapsam. Aslında bu cümle toptan yanlış. Bir şeyin daha sık olması için en azından arada bir tekrarlanması gerekir değil mi? Ben bakım-makım yapmıyorum ki. Saçlarım kısacık, çim adamdan hallice. Azıcık şekillendirici ile 5 saniyede falan havalı bir görüntü çıkıyor. 60 saniyede kuruyan ojelerden aldım (niye? Çünkü kurumasını bekleyecek sakince oturacak vaktim yok!), haftada bir en fazla kez gün oje sürüyor ve haftayı o renkle tamamlıyorum. Sabah arabada giderken tırnak törpüleyip oje sürdüğüm çok oldu! Sabah da bir açık renk far ve rimelden oluşan basit makyaj. Bu şekilde “bakımlıymış” gibi görünmeyi başarıyorum. Ufak tefek bir insan olduğum ve yaşımı göstermediğim için şimdilik idare ediyorum ama nereye kadar? Ne bir manikür-pedikür, ne bir cilt bakımı, ne bir yaşlanma karşıtı krem… Ay ne bileyim başka neler yapıyor insanlar (hakikaten ne yapıyorlar yahu? Onu bile bilmiyorum bak…), işte onların yaptıklarından… Yok. Umarım başlarım diyor, sonuncuya geçiyorum.

Son olarak, daha sık pasta börek yapsam keşke. Kocamı çocuk gibi sevindirmiş olurum. O kadar nadir yapıyorum ki adamcağız son lokmasına kadar yiyor bayatlamış bile olsa. Çünkü bir daha ne zaman yapılacak Allah bilir! Yavru için epey tarif denedim aslında, tuzlu kekler, pratik atıştırmalıklar falan…Hepsi sağlıklı tarifler ve tabii ki bu sebepten “lezzet” denen şeyden eser miktarda bulunuyor. Yavrunun lütfedip yemediği o “şey”leri bile yedi adam. Ay bak vicdan yaptım, ben bunu daha sık yapayım.

17 Ocak 2018 Çarşamba

Challenge geldi haaanım! 1/2 Şükrettiğim Evim

Sevgili Mina’nın daha önce başladığı ve her gün yazdığı bir challenge vardı. Günde 20 kere falan bloğunu ziyaret edip yayınlar yayınlamaz okuyordum ve “ne güzel her gün yazıyorlar yaa” diyerek imreniyordum. Bir tane daha başlamış! Haberini yine ondan aldım, üstelik haftalık bir challenge olduğu için hemen ben de iştahla atladım. İlk iki soruyla başlıyorum;

Nelere şükredersin, hangi minik şeylerden müteşekkirsin diye alıyorum bu soruyu… Önceki yazımda belirttiğim gibi, şükür defteri yazıyorum bu aralar, elimde kapı gibi arşiv var  Şaka bir yana, baktım da çok güzel şeyler yazmışım kendi minik dünyamla ilgili. Mesela iyi ki zayıfım, hiç endişelenmeden istediğimi yiyorum çok şükür demişim. Hâlbuki, bu zayıflık konusu yüzünden beni öyle bunaltır öyle sinirimi bozar ki insanlar… Sonraaa, artık insan gibi uyuyabildiğim için şükretmişim. Yavru gece bekçisi gibi davranmayı bıraktı, çok şükür uyuyoruz! Arada arıza veriyor ama 1,5 sene kesintisiz 4 saat bile uyumamış bir insan olduğum için aldırmıyorum.  Aslında yazdıklarımı okudukça insana huzur veren şeylerin gerçekten de ufak olaylar olduğunu anlıyorum. Ne bileyim maaşım şu kadar iyi ki böyle demiyorum da hep içimden çok şükür ayın sonunu getiriyoruz, kendimiz ve yavrunun ihtiyaçlarını karılarken düşünmek zorunda kalmıyoruz diye şükrediyorum. Bilmem ki, cumartesi sabahı (sabah dediysem hava daha aydınlanmamış) dizi çıkmış pijamalarımla mutfakta aile boyu kahvaltı hazırlıyoruz ve gülümsüyoruz diye şükrediyorum.  Bir sürü beceriksiz adamla çalışıyor olabilirim ama işimi düzgün yapma gayretimi kaybetmedim diye şükrediyorum. En çok, en çok, hayattayız ve sağlıklıyız diye şükrediyorum… Geçen gün, artık Bakanlığın otoparkında bomba araması için ihbar gelmiyor diye sevinirken buldum kendimi. Garip bir ülkede yaşadığımız için bunlara da şükretmek durumundayız ama olsun…

İkinci soru “evim dediğin yer” den bahsetmemizi istemiş. İçimden hemen iki şey geçiyor; “ay salon çok dağınık!” ve emlakçının sözleri “koca ev abla, mis gibi”. Salonun dağınıklığı hakkındaki tek açıklamam orayı 21 aylık bir yavrunun ele geçirmiş olması. Yere kadar uzanan büyük pencerenin yanında bir petek var, hemen oraya ona bir köşe yaptık. Yaklaşık 4 metrekarelik bir halımız vardı onu taşıdık, teyzesinin aldığı minik berjer koltuğunu koyduk, bir de minderlerle kitap okuma bölümü ayarladık. Yazı masası (Kare bir IKEA sehpa tabii hepitopu ) ve minik sandalyelerini yerleştirdik. Bunları yapmak için koltukları yemek masamıza kadar biraz daha ittik tabii ama zaten oda ne zamandır oraya buraya tırmanıp da kafayı çarpmaması için vagon yan yana dizilmiş durumdaydı… Ev bizim için fazla büyük diye ağlaşıp duruyorum ama salon iyi ki kocaman diye şükür listeme eklesem yeridir. Neyse işte, evimizde en sevdiğim yer yavru için hazırladığımız bu köşe oldu. Ankara soğuğuna rağmen hep sıcak olan ve ay sonunda “arabayı satıp da yakıt ve aidatı ödesek yetişir mi ki?” dedirtmeyen bir ev olduğu için de elbette ayrı seviyorum. Cephesi nedeniyle yazları insanı sıcaktan ağlatacak hale getiriyor olmasa, sabahtan akşama güneş almasını ve o aydınlığı da seviyorum. Ay ben bu evi baya seviyorum

13 Ocak 2018 Cumartesi

Bu haftadan kalanlar-1


Yazdıklarım türlü gibi, ortaya karışık gibi bir şey oldu :)
Bu uyarıdan sonra haftanın türlüsüne (raporuna) anlı şanlı bir salaklığımla başlamak istiyorum...
"Böyle memur memur ne olacağız ki, ne uzar ne kısalırız, bir yerlerden ek iş falan çıksa da devasa bir konut kredisi çekip ev alsak ve ömrümüzün yarısını borca bağlasak" diye gezinip duruyoruz, malum… İşte o ek iş fırsatı geldi; bir arkadaşım dış uzman başvuruları var dedi sağolsun, kabul edilip edilmeyeceğim belli değil ama proje tecrübemi düşününce olur bu iş diye kalbim pırpır etmişti. Neyse milyon soruluk formu doldurdum, kurumdan yazı aldım, evrakları imzaladım, taradım, sisteme ekledim… Amaaaa sisteme “submit” etmemişim. Ay kendimi nereden atayım! Zaten bir abukluk olduğunu anladım ama pazartesiye kadar vakti var, arkadaşa sorarım dedim. Başvuru pazar gün bitiyormuş meğer! Ayın 7’si pazarmış (takvime bakmayı bilmeyen insan)! Bu fırsat da moku mokuna kaçtı mı… galiba deliriciiiiim!                                         -    -    -    -    -    -    -    -    -    -    -   
Bu ara modum düşük, özellikle Pazar gün (evet zaten varmış Pazar gününde bi’şey!) her şeye kızmak ve ağlamak istiyordum. Tabii ki özellikle de kocama... Galiba dediği doğru, “empatik sünger” bir balık burcu olarak, yakın çevremde gerçekleşen her şeyden etkileniyorum. Bir yakın arkadaşım boşandı, bir yakın arkadaşım -hatta karı-koca yakın arkadaşım-  bir çıkmaza doğru yuvarlanıyorlar, Ankara’daki tek yakınım olan kuzenim (aslında annemin kuzeni ama biz öyleymiş gibi büyüdük) ve çok sevdiğim eşi resmen depresyondalar; o kadar depresif bir haldeler ki ne birbirlerinin ne de çocuklarının durumunu net göremiyorlar… Ben de kısa sürede yoğun şekilde maruz kaldığım bu olumsuz duygu yüklemeleriyle baş etmekte zorlandım galiba. Zaten yavru doğduktan sonra kocamla ilişkimizin bazı yerlerde fazla gerildiğini fark ediyorum, bunu oturup konuştuk zaman zaman. Çoğu şey kendiliğinden normale dönmeye başladı (çünkü ben artık insan gibi uyuyabiliyorum, ay ben kötü bir anneyim evhamlarımdan olabildiğince arındım ve işte çocukla olması “mümkün olan” sosyal yaşantımıza tekrar dönmeye başladık, dolayısıyla gerilimizi azaldı) ve korkulacak bir durum yok. Ama elbette ben korkuyorum! Hem bu yakınımda olan bitenlerden etkileniyorum hem de normalde evin neşe potansiyelini yüksek tutan kocamın bu ara nedenini bilemediğimiz üzgün-sinirli hallerine bozuluyor, hatta kişiselleştiriyorum. Galiba biraz zamana bırakmak gerekiyor…
-    -    -    -    -    -    -    -    -    -    -    -    -   
Şükür defteri yazmaya başladım. "Artık instagramda bir şeyler okumak bile istemiyorum……." diye söylendim önceki yazımda ama kabul etmek gerek, bana böyle olumlu bir katkısı da oldu. Beğendiğim birkaç sayfada şükür defterinden bahsedildiğini görünce neden olmasın dedim. Zaten çok şükreden bir insanım, hem içimden hem dışımdan sürekli zikrederim beni mutlu eden şeyleri… Yine de bunları büyük küçük demeden toparlayıp yazmak çok iyi geldi. Dev olaylar olmasını beklemiyorum yazmak için; “çok şükür ki işten erken çıkmak istediğim günler kullanacak bir arabamız var” diye yazdım geçen gün. Çünkü bazen eve sadece 15 dakika erken varmak için cebimdeki son paraya kadar verebilirim gibi geliyor, o derece bunalıyorum. İşte o 15 dakika ve onu bana kazandıran araba benim için gerçek bir şükür sebebi. Bir güzelliği daha var bunları yazmanın; akşam şükür defterine yazacaklarımı gün içinde zihnimde biriktirmeye çalışıyorum ve içim kıpır kıpır oluyor. Faydalarını biraz daha abartıp şunu da söyleyebilirim, bu aralar bozulan uykularımın birkaç gündür yeniden düzelmesini bile buna bağladım, çünkü uyumadan önce deftere yazdığım her şey yüzümü güldürüyor, gevşiyorum.  Umarım böyle devam ederim. 
100 sayfaya falan ulaşmadan bu haftayı burada bitiriyorum.

4 Ocak 2018 Perşembe

Diyetten haberler

Yeni yıl diyeti tam gaz devam ediyor! Hey hey hey! Kafa şişimi indirmeye kesin niyetliyim bu kez ( ay inşallah kocamın diyete niyetlerine benzemez!). Evvelki gün İnstagramı telefondan sildim. Uygulamayı kaldırmadım, mesaj geldiğinde görüyorum – çünkü çoğu kez buradan haberleştiğim birkaç arkadaşım ve bir goygoy grubumuz var-  ama onun dışında zırt pırt bakınma, aman da bu sayfa çok faydalı diye diye milyon tane bilgi okuma ve şişme derdinden kurtuldum. Bunu niye daha önce akıl edemedim bilmiyorum. Aslında biliyorum; zaten o peeek kıymetli “sağlıklı beslenme”, “olumlu düşünme”, “yavru psikolojisine eğilme”  vs vs vs sayfalarına bakacağım diye silemiyordum! Ama bu ara hiç birini okumak istemiyorum. “Aaa bunu yapsam ne güzel olur” dediğim her şeyi kendime kural haline getiriyor, uygularsam da uygulamazsam da bunalıyorum. Uygulamaya kalkarsam kurallar, rutinler, işler yığınına bir tane daha eklemiş oluyor, uygulamazsam da aklım orada kalıyor, kendimi/hayatımı iyi bir fırsattan yoksun bırakmış gibi hissediyorum. İşte bunlar hep sosyal medya, işte bunlar hep günümüz ebeveynlik –ve hayat- tuzakları. BİRAZ RAHAT OLMAK İSTİYORUM.
Rahat deyince gözümde canlanan umursamazlık...
Çok şey mi istiyorum…
Beynime yeni bir bilgi girmeyiversin.  Zaten uykular beni terk etti… Üstelik bu sefer yavrunun da suçu yok. Yatağa 22.30’da girip 01.30’a kadar dolap beygiri gibi dönüyorum. Sebep? Belli değil. Bu sefer bilinçaltımı ya da üstümü deşmeye niyetim yok. Sakince durup geçmesini bekleyeceği ( Buraya da o kasik "neyse içimdeki ses sustu" diyen garfield görselini koymak lazım ama telefondan yazıyorum, üşendim!)
Neyse işte, bu ara iyice bloglara dadandım, çok sevdiğim bloglarda yazı olursa gülen emojiye dönüşüyor, olmazsa iç çekip telefonu bırakıyorum. Kendi yazılarıma baktım, ooouuuvvv neredeyse ay başına 5 yazı düşecek kadar yazmışım 2017’de! Aman bir mutlu ol, bir mutlu ol. Şurda yazdıklarımı sürekli okuyan bir avuç insan var, belki yazıların çoğuna da “ay bunu niye yazdı ki” demişlerdir, ama yazmak bana iyi gelmiş! Zaten sırf bu umutla yazmaya başlamıştım. Devam etmeye karar verdim! Her gün yazayım gibi hedefler koyarak bunu bir “iş”e ya da “görev”e çevirmeye meyletmedim desem yalan olur –çünkü çabuk gaza gelen türden bir ineğim- fakat kendimi topladım. Belki haftalık derleme yazıları yazarım, o gün beni etkileyen her türlü olaydan bi’ kuple!  Ne güzel olur, bu kadarcık şey için post açılmaz dediklerim bir araya gelir ve bana müthiş bir hatıra olabilir. Her zamanki gibi en önemlisi de rahatlarım.
Bir de akşam yavru yattıktan sonra bana kalan o mini minnacık zaman diliminde beni mutlu edecek bir şey bulsam daha da rahatlayacağım. Güzel dizi bulamıyorum, kitap desen hüzünlü bir roman dahi okumaya mecalim yok böyle hafif ve gülmeli bir şeyler lazım bana ama bulamadım, ev zaten kalk gidelim diyor fakat umurumda değil çünkü sabah yavru uyandıktan 30 dakika sonra aynı hale geliyor…
Şimdilik böyle…

Öcü!

İnsanların neden birbirine “öcü” gibi baktığını anlamakta zorlanıyorum. Ben de sıradan bir insan olarak bazı şeylere şaşırmaya, tanıma...