28 Şubat 2018 Çarşamba

Challenge geldi haaanııımmm! 7-8-9

Tıkır tıkır yazıyorum, çelıncımı aksatmıyorum falan sanıyordum. Cidden inanmıştım buna. Bir baktım ki Fermina 9. Soruyu cevaplamış! Üstelik her yazısını da okuyorum, galiba bu ara benim kafa gelip-gitmeli bir modda çalıştığı için anlamamışım bile hangi çelınc altında yazdığını…
Neyse ki sorulara bakınca zaten uzun uzadıya yazamayacağımı fark ettim, iyi oldu hepsini bir arada yazacak olmam.
Bu aralar beni strese sokan, uyuz eden, gerim gerim geren şeylerden bahsetmemi istemiş 7. Soru. Yazıp duruyorum ya kaç zamandır; ilki doktora mevzuu. Bu konuda epey yol almış olmakla birlikte bu kez de klasik olarak işin tekniğinde boğuluyor, içinden çıkamıyorum. Ama tabii olacak o kadar, çıkmaza girmeden doktora mı olurmuş diyerek kendimi gaza getiriyorum. İkincisi de uyku konusu. Artık uykusuzum demekten ya da yazmaktan gına geldi. Şöyle açıklayım, iki haftadır gece 22.00 den önce uyumayan, gece 3.30 civarı kalkıp 5:00’e kadar söylenen, bağıran, uyuyormuş gibi yapıp bir anda haykırarak aklımı başımdan alan, sonra da en fazla 6.30’a kadar kestirip tekrar ayaklanan bir yavru söz konusu. Tam gece uyanıp huysuzluk etmesi geçiyor şükür dedim, bu Pazar güne sabah 5.45’te başladık! Gece uykusunu 8 saat falan uyumaya karar verdi adam. “Adam” diyorum, zira bu kadarcık uykunun bir bebeğe yeteceğine inanmıyorum. Kız kardeşim şöyle söyledi telefonda ona dert yanarken “Abla, madem 8 saat uyku ona yetiyor, bence çalışma hayatına başlama vakti gelmiş olabilir”. Nasıl, süper fikir değil mi? Sanayide çalışabilir diye düşünüyorum; sonuçta evde elinde oyuncak çekiç ve matkapla “tak taak taakkk, viijjuut viijjuutt “ diyerek dolaşıyor akşama kadar. Bir de “Okuduk da ne oldu?!” diyeyim tam olsun!

8. soru hayatımı etkileyen bir kitap sormuş. İşin açığı çok etkilendiğim bir sürü kitap olsa da, hayatımı baştan aşağı değiştiren bir kitap hatırlamıyorum. Ama çok sevdiğim bir kitap var: Çiçekler Büyür-Emine Işınsu. Ortaokul yıllarımdaydı ilk okuyuşum, sonra kaç kez daha okudum bilmiyorum… Anlaşılan yaşım ilk okuduğumda pek müsait değilmiş ki kitabın içindeki siyasi metinleri hatta dümdüz propagandaları falan anlamamış, sadece kalbimi burkan aşka takılı kalmışım. Hoş, sonrasında da pek bir şey değişmedi, bazı çevrelerin ırkçı olmakla suçladığı yazarın 5-6 kitabını daha okudum, ama bu kitaptaki hüzünlü hal ve bende oluşturduğu o kalp sızısı yüzünden bendeki yeri değişmedi. Melankolik bir Balık olduğum gerçeği sanırım bu seçimde son derece etkili…

Bu haftanın sorusu ise bir çocukluk anımızı anlatmamızı istiyor. Çocukluk deyince aklıma hep anneannem ve köy maceralarımız geliyor. Bunu daha önce bir başka çelınc için yazmıştım. O kadar kıymetli anılar ki kısa geçmek istemiyorum, yazıyı da buraya olduğu gibi kopyalamak olmayacak... Linki buraya bırakıyorum.  

26 Şubat 2018 Pazartesi

Ordan burdan (gıybetler) serisi-1

Sanki on bin milyon baloncuk sayısında insan burayı okuyormuş gibi, aklıma gelenleri seriye bağlayarak yazmam komik di mi? Bence de komik, ama serde manyaklık var. Hadi geri dönüp böyle şeyleri topluca okumak istersem? Yazılarımı kutulara koyup üstüne etiket yapıştıramadığıma göre…
Aslında ordan burdan gıybetler de olabilirdi başlığın adı, çünkü biraz etrafıma çemkirmek istiyorum.
Az önce instagramda bir tarif ararken, yine (!) bir serzeniş postu gördüm. Tariflerinin isimsiz kullanılmasından rahatsız olan atarlı giderli “ablamız” yazmış. Cidden sağlıklı alternatifler öneriyor hem de pratik (anti-hamarat insanlar için en önemli kısmının bu olduğunu vurgulamaya gerek yok sanırım!). Fakat abla beni boğuyor, tarif kısmına gelene kadar yazdığı o birkaç cümle beni uyuz ediyor. “O senin uyuz bakan gözlerinin suçu cınımmm” der belki, bi’ şey diyemeyeceğim, hadi bunu geçiyorum. Yahu ilk defa pırasa ile “kekimsi börek” yapan sen misin? İçine de ay tozu falan koymuyorsun, mısır unu vs. var. Bunu senden başka kimsenin akıl edemeyeceğini düşünmüş olmana sebep olan özgüven nere(n)den fışkırıyor, bir söyle bana?! Aaaaayyyh! Sensin uyuz.

Yavru doğmadan önce, tane tane ve mantıklı anlatıldığında çocukların her komuta uyacağını sanan müthiş bir salak olmakla birlikte, eğer çocuk bana göre tuhaf davranıyorsa bile, anne babasına saydırmadan önce “huyu böyle galiba” diyecek kadar da olsa vicdanım vardı. Çoluk çocuk sahibi insanların “Ooooaaaaaaa, neden öyle yapıyoooooo” diyen cümlelerini duyunca, “sen sorasın diye yapıyor neden olacak!” diye carlayasım geliyor. Yahu şu devirde benimkinden birkaç yaş büyük çocukların 2 yaş krizi yaşamamış, ortalığı birbirine katmamış ya da anne babayı manipüle etmemiş olmasına inanmam mümkün değil! Evet, biliyorum, çocuğum kişilik bölünmesi yaşıyor gibi görünüyor; az önce kahkahalarla gülerken tek bir (yanlış?!) kelimeden sonra Hulk yanımda halt etsin tarzı hareketler yapıyor… Ama ne yapabilirim?  Benimki içindeki “birey”i parçalayarak dışarı çıkarıyor anlaşılan… Kendisininki dışında her çocuğu gözlerini kocaman açarak ayıplamak ne yaaa!

Bir de açık sözlülükle ortaya bomba gibi laf koymak arasındaki farkı bilmeyenler var. Hepimizin pot kırdığı, hatta daha çok sevdiğim tabirle çam devirdiği ve sonra gece uykusunun kaçtığı olmuştur. Son şahit olduğum olay durumu bundan bir adım öteye taşımaktı... Aslında, samimi olduğum bir arkadaşımdan duyduğum için kötü niyet aramak istemiyorum AMA boşanmış ve adamın onlar evliyken ne haltlar etmiş olabileceği konusunda kafası zonklayan bir insana “kesin birini bulmuş o, yoksa ayrılıp düzenini bozar mıydı” demenin neresi iyi niyetle doludur bilemiyorum!  
Yumurtlayacaklarım bu kadar. İyice bonus kaybetmeden susuyorum.

21 Şubat 2018 Çarşamba

Bugün kendimi affettim...

Kendimi affetmekle, hoş görmekle, “tamam be o kadar da şeeetme kendine” demekle ilgili sıkıntılarım var. Kişiliğimin hangi karanlık noktalarına işaret ettiğini oradan buradan okuduklarımla analiz etmeyeceğim şimdi (ama etmek istiyorum, yalan değil), sadece kendime daha iyi davranmaya karar verdikten sonra nasıl iyi hissettiğimi yazmak istiyorum!
Önceki yazımda yine doktora konusunda ne kadar bunaldığımı yazmıştım. Ardından enstitüyü aradım, “benim durumumdaki öğrenciler için YÖK’e yazdıklarını ama henüz cevap gelmediğini, kaydımı yapmama engel bir durum olmadığını fakat yine de YÖK kayıtları silin derse ilişiğimin kesileceğini bilmem gerektiğini” söyledi telefondaki kız.
Hocamı aradım durumu anlattım, kaydımı yaptım, müsait olduğu bir günü ayarlayıp günübirlik bir ziyarette bulunmak istediğimi söyledim, memnun oldu.
İçime bir rahatlama geldi.
Aslında tablo iç açıcı falan değil, kalan süremi bilmiyorum, kalan süre dediğim de YÖK kaydımızı silmezse yani... Yine de son bıraktığım yerden açtım okudum, bir şeyler araştırdım, uzun uzun notlar aldım, istatistik çalışan bir arkadaştan yardım istedim, beyin fırtınalarında kayboldum. İyi geldi. Hocayı ziyarete gittiğimde elim boş olmayacak kadar mesafe aldım, hatta muhtemel bir rota bile çizdim.
Bu kısım süper ama bunların başında kendimi yine şöyle söylerken buldum:
“Of yaa bu sefer de ben uğraşacağım kesin kaydımı silecekler, neden bu kadar erteledim ki, danışman hocası manyak olan sadece sen misin burnunu düşürsen ne olurdu sanki!” .
Bu da yetmedi başka söylenmeler devam etti içimde:
“Bu hafta işler yoğun değildi de iş yerinde baktın biraz, sıkışınca ne olacak, tekrar bırakırsan ne olacak, yapabilsen yapardın zaten şimdiye kadar, en iyi ihtimal 1,5-2 sene uğraşman lazım, bu kadar zaman stresten deli olacaksın değecek mi?! Bırakmayı kendine yediremiyorsun diye kendine eziyet ediyorsun!”
Fena, di’ mi?
Sonra bir sakinlik geldi bana. Dedim ki;
“Ne olduysa oldu yahu!”
Ardı arkası kesilmeyen seyahatler, e-postalara cevap vermeyen bir danışman, hamilelik, sonra neredeyse 1.5 sene bebeyle evde geçen, öğle yemeği bile yiyemediğim, kendime bakamadığım için saçlarımı kirpi model kestirdiği ve UYKUSUZ o kadar zaman… Ne olacaktı ki? Belki bazı kahramanlar o durumlarda bile yapardı doktorasını ama ben yapamadım. Çok güzel bak kabullenmek; ya-pa-ma-dımmmmm!
Fiziksel imkânsızlıklarımı falan bir yana bırak, aklımı, ruhumu bu işe veremedim. Bir de üstelik süre sınırlaması yoktu o zamanlar, doğru zamanı bekledim, derken atılma geldi işler karıştı falan… “Atılma geldi!” şeklindeki panik dalgasından sonra da harekete geçemedim, çünkü tüm gün evdeydim, yorgun ve uykusuzdum, ruhumu daha yeni yeni dengeye getiriyor, anneliğime yeni yeni güveniyor, kendimi yeni yeni rahatlatıyordum. Zamanım yoktu evet ama daha önemlisi bunu yapacak gücüm yoktu.
Şartlar benim için henüz olgunlaştı. Şu an hazır hissediyorum. Şu an okuyacak, araştıracak, düşünecek, uykusuzluğu göze alacak, hocanın tribini çekecek enerjim var. Zamanı “şimdi” imiş. Bu kadar basit.
Kendime alttan alta söylediğim gibi; zayıf olduğum, sorumsuz, tembel ya da beceriksiz olduğum için kesinlikle değil.
Yalnızca saydığım bahaneler-gerekçeler yüzünden de değil. Şartlar benim açımdan şu an olgunlaştığı için şimdi yapabilirim diyorum. Bunların hepsi bir bütün ve o bütün insanı “o” noktaya getiriyor.
Kararım doktorayı bırakmak olsaydı da, aferin demem gerekliydi kendime. “Büyük bir karar verdin, cesaretin için seni kutlarım” demem gerekliydi.
Yanına gittiğimde hocam büyük ihtimalle sıkıştıracak beni, biraz hırpalayacak. Uzun açıklamalar yapmayı düşünmüyorum. Hayatımda şartlar daha yeni olgunlaştı diyeceğim.
Kendimi daha çok seveceğim.
Hak ediyorum çünkü.
Kendimi kendimden korumayı da öyle…
Aferin Sibel.


13 Şubat 2018 Salı

Challenge geldi haaaaanım! - Haftanın olayı

Haftanın en güzel olayı neydi (bknz: Challenge 6. Soru) diye düşünürken, aklıma sadece yavrunun türlü sevimliliklerinin gelmesi acaba neyin göstergesi?
  1. Tam Türk tipi bir ana olduğumun
  2. Mok gibi bir hafta geçirdiğimin
  3. En güzel olay deyince cidden büyük bir şey olması gerekliymiş gibi bir beklentiye girmiş olmamın
  4. Yakın geçmişe ilişkin hafızamın giderek zayıflamasının.
  5. Hepsinin

Oyumu hepsi yönünde kullanıyorum.

Yeni bir kayıt haftası daha başladı. Sürüm sürüm sürünen doktoram ve tabii ki ben, yine  bir aşk-nefret ilişkisi içindeymişçesine savruluyoruz. Bir an geliyor kesin bitirmeliyim diyor, bir an geliyor o kadar stres ve gerginliğin sonucuna asla değmeyecek diye düşünüyorum. Danışman hocamla olan fasıl zaten bambaşka… Adamı bir kaşık suda boğabilirim, bir damla suda da boğabilirim, her türlü boğabilirim! Fakat bütün yollar danışmana çıkıyor. O telefon edildiğinde “Merhaba Hocam, nasılsınız?” diye neşeli bir cırlama yapmak mecburi… ki bu adam son yazdığım sitemli e-postama cevap verme gereği bile duymadı! O bir “büyük küçük dinlemem, tüm dağları ben yarattım!” egosu, o bir “HAYIR!”ile başlayan suçlayıcı cümleler uzmanı, o bir “o kadar kendimden eminim ki karşıdakini kendinden şüpheye düşürürüm” insanı.

Ben de tavşanım işte.

Neyse, durum bu.  

İşin içinden çıkamayınca bir bilene danışmak gerek dedim ve Bakanlığa danışman olarak gelen, farklı bir üniversiteden aynı ana bilim dalında Profesör olan bir hocaya akıl danıştım. Durumu kabaca anlattım. Süreç niye bu kadar uzadı, danışmanıma neden kırgınım ve kafam yapıp yapamayacağım konusunda neden karışık açıkladım. Dinledi ve bazı sorular sordu, en sonunda söylediği; “…yapabileceğini düşünüyorum. Seçtiğin konuda sıfır değilsin, konuyu zaten biliyorsun, üstüne koyacaksın. Çok üzülmüş ve büyütmüşsün, motivasyonunu haklı olarak kaybetmişsin ama kısa fakat düzenli sürelerle çalışırsan bitirebilirsin” oldu.

Bu haftanın en güzel olayı buydu.

Yaparım yapmam bilmiyorum; daha enstitü ile çözmem gereken sorunlar, danışmanımla yapmam gereken konuşmalar var. Fakat bunu duymak bana çok iyi geldi. Hocanın bana “evde çalışamazsın değil mi?” diye anlayarak sorması bile yeterliydi. Allahım, sadece ben mi böyleyim bilmiyorum ama anlaşılmış olmak ne kadar - ne kadaaaar rahatlatıcı bir şey!

Şu an gerçekten ne yapacağımı bilmiyorum, ama kendimi gerçekten çok hırpaladığımı anlamış bulunuyorum. Bu konunun öyle ya da böyle artık çözülmesini ve şu gönül sıkıntısından kurtulmayı diliyorum. Bu sefer bir nokta-ya da virgül koymalıyım.

6 Şubat 2018 Salı

Haftadan kalanlar-3

Geçen haftadan “influenza a” kaldı. Kuş gribi, domuz gribi ve benzeri korkunçlu grip virüslerinin bulunduğu tip. Hem de yavruda!
Pazartesi gün öğlen annem “oğlan hasta oluyor gibi, ilaç mı versek” diye sordu demiştim ya, yavrumun cidden derdi varmış. Akşama kadar sünepe gibi orada burada yatmış, öksürmeye başlamış ve boğazındaki gıcıkla baş edemeyip 2 kere kusmuş ve tabii hiçbir şey yememiş. Eve gittiğimde yeni kusmuş ve korkmuştu. Anneannesinin dizine yatmış, kırmızı nemli gözlerle sessizce bakıyordu. Beni görünce gülümseyemedi bile, iyice gözleri doldu. Ay Allahım içim cızzzzz etti, o an aklıma gelince hala kalbimin bir köşesi sızlıyor. Geceye kadar ilaçsız idare ettik ateşini, sonra sabaha kadar ilaç da fayda etmedi, çırpındık durduk.
Ne burun akıntısı var ne başka bir şey, sabah ayağa kalkınca su gibi aktı burnu bir kerecik, bir de arada boğazı gıcıklanıyor ama ateşi yüksek, hepsi bu.
İşte doktorun önemi burada ortaya çıkıyor, muayeneden sonra kilit soruları ben bir şey söylemeden sordu, bence influenza, tahlil yaptırın, a-b hangisidir bir öğrenelim, türüne göre hareket edeceğiz dedi. O pahalı tahlil sonucu influenza a olduğunu öğrendik. Bu zıkkım türde, oseltamivir diye bir madde içeren antiviral ilaçlar kullanmak gerekiyormuş. Daha önemlisi, bu ilacı belirtiler başladıktan 24-48 saat sonra almak gerekiyormuş, yoksa ilacın etkinliği kalmıyor ve hastanın gribi çok ağır seyrediyor. Hemen doktora gitmemiz ve sağ olsun doktorumuzun uygun teşhisi ile çok uzamadan atlattı yavru. Ateşli kısım bitti, sonra biraz daha toparlandı neşesi yerine geldi, arkasından iki üç gün öksürük pik yaptı ama sonra o da söndü. Çok şükür iyileşti. Çocuğu olanların bileceği üzere hastalık geçti ama yavrunun içindeki huysuz keçi hortladı, Chucky ortaya çıktı, ergenlere taş çıkartır uyuzluklar başladı. “Bu da geçer, çok şükür sık hastalanan bir çocuk değil (aman maşallah!)” diyerek kendimi avutarak başka bir konuya zıplıyorum.
Hafta sonu kuzenimin nişanı vardı, rahmetli dayımın bir tanecik oğlunun. O kadar çok gitmek istemiştim ki… Yavru toparlanınca yola çıktık bir gün öncesinden. Günlerdir öksürmekten uyuyamayan çocuğum nişanın olduğu gün, öğle uykusunda kendi rekorunu kırıp 3,5 saat uyudu. Aman Yarabbi o kadar mutluyum ki, yavruyu nişana götüreceğim akşam, birazcık geç uyuyuversin zaten çok uyudu, kesin çok eğleneceğiz, aldığım ciks gömlekle pantolonu da boşa gitmeyecek falan diyerek gaza geliyorum. Cidden nişanın başında her şey iyiydi; renkli ışıklara baktı, insanlara el salladı, sırıttı, kırıttı, oy aman nasıl mutlu! Ben de aylaaaar sonra bir kısa elbise bir topuklu ayakkabı giymenin mutluluğu ile süzülüyorum. Mutluluğum 3. şarkı ile son buldu. Biz çocukken çok olurdu hatırladınız mı; düğünlerde annesinin eteğini çekiştiren, pistte salya sümük ağlayan çocuklar… Hah, işte onlardan birisi de benim yavru oldu işte. Anneanne, dede ve babasının dışarı çıkarma, gezdirme, eve gidip çizgi film izleme önerilerini şiddetle reddederek “annneeeaaaaaaa” diye ağlamayı tercih etti. Yaklaşık 15 dakika süren nişan maceramız bizim için sona erdi, eve gittik, türlü huysuzluklardan sonra uyudu. Tabii evde olduğumuz süre boyunca kocam beynimi yedi; çocuğu hiç kalabalığa ve gürültüye sokmamışım ki, hep uykusuna göre hareket etmiş kendimizi eve tıkmışım, çocuk sıkılmayı bile bilmiyormuş………
Pazar günümüz de yolda geçti sayılır, en güzel kısmı ikindin Ankara’ya ulaşınca gittiğimiz büyük park oldu. Eve gidip, memleketten taşıdığımız deve yüküyle eşyayı yerleştirmek yerine parkta coşmayı tercih ettik, hava çok güzeldi. Tahterevalliyi görünce “aaaaaa anne tahtaraviiii” diye koşması ve tabii yine ne yapacağını bilemeyip şaşkın şaşkın bakması harikaydı.
Gece eşya ayıklamak mı? O da öyleydi tabii canım, o da öyleydi…

Öcü!

İnsanların neden birbirine “öcü” gibi baktığını anlamakta zorlanıyorum. Ben de sıradan bir insan olarak bazı şeylere şaşırmaya, tanıma...