27 Nisan 2017 Perşembe

1 yaş mektubu

Oğlum, canım, minik tazmanya canavarım, pofuduk poğaçam, herşeyim... 1 yaş mektubunu sürekli not aldığım o defterlere değil, buraya yazmak kısmetmiş.

           

Sen elbette hatırlamayacaksın ama bugün seninle ilk bahçe pikniğimizi yaptık ve ben ne kadar da büyümüş olduğunu fark ettim. Çimlerde bir o yana bir bu yana yuvarlanıp meyve kemirmelerimizden başkaydı bu... Evdeki temizlikçiye de bana da rahat vermediğin için seni karga tulumba aşağı indirdim, kadıncağız açlıktan ölmesin diye de dışarıdan pide istedim... Malum, son hastalıktan beri siyam ikizi gibi yaşıyoruz, evde yemek falan pişiremedim. Neyse, pide gelince temizlikçi ablanın payını yukarı gönderdik sen elimdeki kutuya bakıp sanki her gün sipariş veriyormuşuz gibi, "mama?" diye sordun. Evet mama, dedim ben de. Sonra da çimlere oturup afiyetle yedik kendi payımızı. Ne az önce o ellerle toprak eşelemiş olmana ne de acaba bu pide ne kadar sağlıklıdır sorusuna takılmadım. 

O kararlı suratın ve şapırdatıp durduğun ağzınla ne istediğini gayet iyi biliyordun. Ne yapayım hemen sana uydum, seninle yemek yemenin tadını çıkardım. Ayranı işaret edip ağzını açınca da verdim tabii sana. Kırk yıllık yiyici sanki karşımdaki diye düşünüp güldüm. Geçen yıl bu zamanlar daha göbeğin düşmemişti be, sen ne ara adam oldun demek geldi içimden. Diyemedim: Daha büyüyecek ve adam olacak, belki benim boyum onun omzuna zor gelecek diye düşündüm. Acaba benimle vakit geçirmekten zevk alır mı şu an olduğu gibi diye hayıflandım. 

Fark ettim ki, annen olmak, ne zaman istersen arkandaki destek olmak dışında ben senin arkadaşın olmak da istiyorum. Oturup memleketi kurtaracağımız sohbetler etmek ya da ne bileyim benim bayık geyiklerimden sıkıldığında "anne tamam bırak şu bilmiş halleri bak sana ne anlatıcam..." diyeceğin günleri görmek...

Ama en önemlisi o zamana kadar her anını keyifle yaşamak istiyorum. Daha bundan bir yıl once hayattaki tek derdin memedeki süt ve karnındaki gaz sancısıydı, şimdi bana kitaplarını uzatıp kendi dilinde konuşuyorsun. Yaptığım taklitlerden ve komik suratlardan memnun olmazsan daha fazla aksiyon için hemen babana koşuyorsun.

Tam bir oyuncu oldun. Bize yaptırmak istediğin birşey olunca dişlerini gösterip burnunu kırıştırarak bir gülüşün var ki, hayır demek imkansız. Miniminnacık bebekken omzumuza yatırıp gazını çıkarmamıza izin vermez, kucağımızda sabit durmak istemezdin. Bak, 1 yaşına geldin daha 2 dakika kucağımda sakince oturduğun olmadı. Olsun, o kadar hareketli ve heyecanlısın ki arkanda koştururken kendi evimizi bile baştan keşfettik! 

Ayrıca tüm bu hareketliliğine rağmen henüz yürümedin. Bazen rastgele 2-3 adım attığın oluyor ama sanırım jet hızıyla emeklemek daha kolay geliyor sana. Bir de hala o koca sesinle bağırıp çağırmayı çok seviyorsun. Akşamları uyumadan önce banyooo banyooo deyişin bir alem! Galiba teyzen haklı, annen gibi çenen durmayacak, şimdiden bir sürü şey söylüyorsun.

Yaptığın herşeyi yazmak geliyor içimden ama bu kadar yeter sanırım, onları notlarımdan okursun. Ben aslında en çok sana nasıl doyamadığımı anlatmak istiyorum. Seni her öptüğümde kokunu içime çekiyorum mesela; Aşk böyle kokuyor diye düşünüyorum. Çocuğunuza aşkım, sevgilim vs. demeyin diye uyaran uzmanlara nanik yapıyor ve gün boyu "minik aşkım seni çok seviyorum" diye defalarca tekrarlıyorum. Beni anladığına eminim, gözlerinin içi gülüyor, ben kanatlanıp uçuyorum. 

Benim minik canavarım, ufacıkken de öyleydin şimdi de öylesin; ne istediğini biliyor ve alana kadar durmuyorsun. Bu huyun beni çok zorluyor ama bir yandan da kendine hayran bırakıyorsun. Seni törpülemekten korkuyorum böyle zamanlarda: Çünkü seni olduğun gibi seviyorum ve hep öyle seveceğim. Dilerim hep böyle özgür ruhlu ve meraklı olursun.

Bu bir yılda beni ve hayatımızı çok farklı bir yere getirdin yavrum. Seninle birlikte bambaşka bir şeye dönüşmeye devam etmekten inanılmaz keyif alıyorum.

Oğlum, iyi ki doğdun. Seni çok seviyorum.

21 Nisan 2017 Cuma

Yamulan anaya madalya bedava -uyku-

Analıkta yamulduğum noktaların hası uyku! Aslında yazıyı burda kessem bile olur, yazmayı ve ilerde okumayı cok istediğim halde hafif bir panik atak geçiriyormuş gibi kalbim atıyor çünkü sıkıntıdan!


Baykuşun benden daha iyi göründüğü gerçeğini de belirtmek gerek...

Peki, neden bu kadar sorun oldu bu uyku konusu? 

Cevap: Çünkü her şeyi kitaplardaki gibi yapabileceğini zanneden aptal ben, uyku konusunda okuduklarıma müthiş takmıştım kafayı. Tamam, vakitli yatıp vakitli kalkan, monoton hayatını seven bir Ankara insanı ( hani çoğunlukla memur, asık suratlı ve gömlek ceket gezen, ölçülü makyajını yapmış insan kitlesinden) olmam uyku konusunda hassas olmamda etkili... Yalnız tek başına yeterli değil. Bunu anlamam epey sürdü.

Meğer baş ucu kitabı ilan ettiğim, her satırını rengarek çizdiğim Tracy Hogg teyzenin kitapları bendeki düzen takıntısını ateşlemiş! Zaten kitaplar da evirip çevirip rutini anlatmış. E bunun büyük kısmı da uykudan oluştuğuna göre, zavallı Sibel de orada yazanları uygularsa el kadar yavruyla tıkır tıkır bi hayatı olur sanmış! Veeee masal burada bitmiş. 

Çünkü bebek gazlı, çünkü bebek daha anasının karnındayken bile ultra hareketli, çünkü bebek bir yenidoğana yakışır cinsten gece gündüz uyuyan tiplerden değil... Hal böyle olunca o çizelgelerde anlatılan uyku süreleri şunlar bunlar hep yalan oldu. Ben yine de azimle uğraştım; uyku süresini tutturamamasam da uyanık kalabileceği süreleri dikkate alarak hep uyutmaya çalıştım. Nasıl mı?

"Uykulu ama henüz uyanıkken (Bu çok sihirli bi laf, her kitapta geçer mutlaka) yatağına bıraktım, uyumazsa bir kaç kez pışpışladım, o da uyudu" demeyi çok isterdim ama tabii ki öyle bir şey olmadı. 7 haftalık olana kadar ara sıra emerken uyuyakalıyordu, bu da işime geliyordu. Uyumazsa ayağıma koyup sallıyordum. Çünkü daha 3 haftalıkken öyle çok ağlamıştı ki soluğu tecrübeli bir profesörün yanında almıştık. Kadının tespiti ise şuydu: " Bu çocuk 3 ayını doldurana kadar gerekirse üstünde yaşayacak, indirmeyeceksin. Gaz dışında fiziksel bir sorunu yok ama farkındalığı çok yüksek bir bebek bu, hızlı etkileniyor zor sakinleşiyor. Ne istiyorsa yapacaksın. Dünyaya alışana kadar patron o" . Bu gazla uyusun da nasıl uyursa uyusun diyorduk.


Gitsin yatakta uyuyan bebeler, gelsin sabaha kadar kucakta tutup oturarak uyumalar

Sonra 7. hafta geldi ve emerken arada bir ağlayan yavru, hem emmek için saldıran hem de 3 saniye sonra emmeyi bırakıp delice ağlayan bir çılgına dönüştü. Uyanıkken hayatta emmiyordu. Aç kalıyor, uyumuyordu, uyumayıp ağladıkça daha çok acıkıyordu. Baktım ki olacak gibi değil, sallaya sallaya uyutup uykusunda emzirmeye başladım gündüzleri. Kilo alımı yavaşladı, uykular güme gitti ve yavru sallanmadan uyumaz oldu. Fakat gariptir, gece gayet güzel emiyor ve 2-4 ay arasında sadece 2 kez beslenmek için uyanıyordu. 4. aydan sonra memeyi reddetme olayı azaldı ve geçti. Amaaaaa ( Ne çok ama var!) bu sefer de sevgili "4. ay uyku gerilemesi" ile tanıştık. Gündüz uykuları oldu mu hoop diye 30 dakika, gece uykuları oldu mu parça pinçik...

Ben ne durumdaydım bunlar olurken? "Uyuyacak da uyuyacak, uyuyacak da uyuyacak..." diye sayıklayan delinin tekine dönüştüm ne olacak. Kafayı yedim, çıldırdım (Evet kocam, bunu itiraf edebilmek için blog yazmayı bekledim) ve tabii ki kendimi eve kapattığımla, sinir krizleri geçirdiğimle kaldım. Yavru nasıl yapmak istiyorsa öyle yaptı. Pusette ya da oto koltuğunda uyusa ayaklarım kopana, depoda 1 damla benzin kalana kadar gezdirmeye hazırdım çünkü onu uyutmaya çalışmaktansa bileklerimi falan kesmek istiyordum. Fakat (Hep ama olmaz, arada bir fakat diyeyim) yavrunun pusette ve oto koltuğunda oturma süresi yaklaşık 1.5 dakika falandı. Bu süre sonunda onu oradan almazsan morarana ya da kusacak hale gelene kadar ağlıyordu.

Aylar böyle geçerken tek tesellim büyüdükçe gündüz uykularınının sayıca azalması oldu. Eh işte, hayatta kalıyordum. Yavru da bu arada pofuduklaşmış; ben (Yine( yine, çünkü bebeden önce de çok zayıftım)) açlık sınırında kalmış gibi zayıflarken o tombullaşmıştı. Uyumamak için direndiği zamanlar sadece sinirlerim değil, ayak bileklerimden belime kadar olan kısımdaki tüm kaslarım zedelenir olmuştu.

Aylardır, uyku eğitimi ver, ya da verme, nazikçe uyut, ne nezaketi ağlasın yaaa bi'şey olmaz diyen her kitabı okumuş, harekete geçmeyi düşünüp vazgeçmiştim. Elimizdeki mevcut yavru ise 10 aylık hayatında daha hiç "uykulu ama uyanık" moduna girmemiş, sakinleştirici tayfasından olan emzik, uyku arkadaşı ve benzeri şeylerden hoşlanmamıştı ve üstelik kusacak ya da nefessiz kalacak kadar şiddetli ağlama noktasına -abartmıyorum- sadece 30 saniyede ulaşan cinstendi. Yalnız, 10 ayını geçmeye başladığı vakitler fark ettiğim bir şey oldu; eskiye nazaran daha sakin gidiyordu uykuya ve ona açıklamalar yaptığım zamanlar beni resmen dinliyor, üstelik açıklamalarım çoğu kez de işe yarıyordu. Bunlar bana alttan alta bir güç vermiş olacak ki, ayağımda sallarken kendini yine hop diye atıp kaçmaya uğraştığı bir akşam dayanamadım; aldım bunu koydum yatağına. "Sana ninni söyleyeceğim" dedim, "sen de uyuyacaksın oğlum". Yarım saatin sonunda sadece 2 şiddetli ağlama ile yatağında uyumuştu. Sevinçten aklımı kaçıracaktım.

Bunu oturtmak bizde haftalar aldı, iki ileri bir geri derken süreç uzadı ama artık yaklaşık 15-20 dakikada yatağında uyuyan bir yavru kendisi. O, kitaplarda anlatılan cinsten bir bebe olmadığı için ben de iyi geceler dileyip odadan çıkan kitap analarından olamadım henüz. Olsun, bu benim için yeterli, yanında kalıp uyuduğunu görmek hoşuma bile gidiyor. Gece kalkmaları da azaldı kendi kendine uyumayı öğrenince. Evet bitmedi ama anne sütü alıyor diye ona da kıyamıyorum, idare edilir boyutlarda.

Son yazıda bahsettiğim ateş ve sonrasında gelen grip-öksürük ikilisi yüzünden 10 gündür yine düzen falan kalmadı tabii... Yine de çok diretmeden düzeleceğinden umutluyum.

"Bu kışı gripsiz bitirdik kıhkıhkıh" derken... cortladık! adlı tablomuz

Bi' dakika: Yazıya bambaşka başlayıp, lafı "yavru uyumayı nasıl öğrendi" noktasına getirdiğimi şu an fark ettim... Ama hahahhhhayyyttt tabii ki umurumda değil, içim rahatladı yazdıkça ayol! Aylarca uyku yüzünden psikolojimi çizmişim, nasıl yamulduğumu daha iyi belgeleyen bir şey olamazdı herhalde; uyku deyince hatunun kafa gelip gidiyor :)

İşte bu yazı da bana bir diğer hatırlatma olarak dursun, okuyan olursa da teselli olsun: Yavrunun karakteri, huyu suyu uyku konusunda çok belirleyici. Kitaplar okuyup kendini ve çocuğu bir kalıba uydurmaya çalışınca çok üzülmek garanti. Daha sakin olmak gerek, biraz daha rahat... Elbette bir de bebeyi gözlemlemek, doğru zamanı kollayıp harekete geçince ve kitapları bırakıp içinden geldiği gibi davranarak onu ve kendini uykuya ikna edince, yavru uyuyormuş. Bir de son not, her yavru muntazam uyumuyor, benimki koca adam olana dek uyumayacak belki de. Kabullendim rahatladım.

Ennn son not: Bu yamulmalı konu sonunda kendime bir altın madalya takıyorum. Hak ettin kızım, aferin. 


13 Nisan 2017 Perşembe

Tarihe not - ateş-

Hiçbir aşıdan etkilenmeyen yavru, 12. ay aşıları yüzünden perişan. İlk geceyi gayet rahat atlattı ama dünden beri ateşini düşüremiyoruz...

İlk kez ateşi çıktı, ne yapacağımı şaşırdım. Teoride herşey mükemmel tabii de, annem olmasa uykusundan kaldırıp ılık banyoya sokabilir miydim gecenin bir yarısı... ya da o inlemelerinde ağlamadan durabilir, sakince başında bekleyebilir miydim bilmiyorum.

İçim eziliyor kızarmış ve yarı kapanmış gözleriyle bakınca. Hep sıcak poğaçam diyordum ya, şimdi tam öyle oldu. Kucağımda asla durmayan yavru şimdi halsiz ve bana yapışmış durumda... Uykuya sürükleyerek götürdüğüm canavar yastığı asılıp nen nen diye ağlıyor o kadar halsiz...

Allahım ne kadar zormuş... Bütün yavrulara sağlık ver...

7 Nisan 2017 Cuma

Dayım...

Yarın yavrunun doğum günü... Haftalardır ona baktıkça hayretler içinde kalıyor, şükürler ediyor ve ne kadar çabuk büyüdüğünü düşünüp ağlamaklı oluyorum...

Bugün hazırlık yaparken, "keşke dayım da olsaydı yarınki doğum gününde" diye düşünür buldum kendimi. Oturup hıçkırarak ağlamak geldi içimden. Dayım öldüğünde daha 4 yaşındaydım. O da 24... Tam 27 sene olmuş dayım gideli, bu dünyada yaşadığından daha uzun süredir aramızda yok yani... Düşündükçe hatırladım ve cenaze evine gittim birden: Evde ağlayan kadınlar geldi gözümün önüne. Anneannemlerin bir odasında eski tip somyalar vardı, büyük halalardan biri yüz üstü kapanmış ağlıyor ayağında patikler. Patiklerin kırmızı yeşil ve siyah renkleri aklımda, yaz günü neden patikli acaba. Küçük odada annemle yengem var biliyorum içeri girmek istiyorum ha bire çekip alıyorlar beni. Az sonra iğneci geliyor, hem siyah çantasından anlıyorum hem konuşulanlardan. Çocuk aklım iğnenin çok ağlamayı nasıl durduracağını anlamıyor tabii; perişan haldeki annem ve yengemi sakinleştirici ile ayakta tuttuklarını kavrayamıyorum. Aslında ölümü de anlamıyorum. Kötü bir şey var o kesin, söz konusu da dayım, ama neden neden bu kadar çok ağlıyor herkes. Hikayeyi de duymuşum üstelik, dayım motorsikletten düşüp başını kaldırıma çarpmış. Eee, neden öldü ki diye düşünüyorum, sadece başını çarpmış işte. Hem dayım kocaman, gerçekten de öyle; 1.92 boyunda hani babayiğit dedikleri tiplerden, ne olacak ki düştüyse...

Bir ara çocukları çocuklara emanet edip evden uzaklaştırıyorlar: Ben ve benden bir kaç yaş büyük çocukların cebine para koyup bakkala yolluyorlar. Şimdi net hatırlamıyorum tabii ama anlaşılan bizimle ilgilenecek durumda olan pek kimse yok. Kendi aramızda konuşup duruyoruz, çocuk aklımızla olanları anlamaya çalışıyoruz. O patikli büyük halanın oğlu, elindeki oyuncaklarla kazayı canlandırıyor. Hayır, dayıma kimse çarpmadı o kendi düştü diyecek oluyorum vazgeçiyorum. Anlaşılan bir önemi yok...

Bilenler hala söyler; memleket bir daha öyle cenaze görmedi diye. İnsanları evlere, avlulara sığdıramadılar. O kadar çok seveni varmış ki hayatı deli dolu yaşamayı seven dayımın... Yokluğun yokluk olduğu o vakitler, çiftçi dedemin harman parasıyla alınmış, artistlerin giydiği cinsten fiyakalı montunu, trende gördüğü üstü başı ıslak garibana veren adam dayımın elbette seveni çokmuş. Cenazesinde "Mehmet ölmüş...bize şimdi kim bakacak" diye dövünen fukaralar...

Şimdi anlıyorum. Kısa günde kırk kere derler ya, işte öyle ha bire bizi yoklayan gelip gidip beni öpen her gelişinde meyve ya da çikolata getiren dayımı uğurlamaya gelmesi çok normal o kadar insanın...

Yaşım daha küçük olmasına rağmen çok berrak hatırladığım daha bir sürü an var dayımla ilgili. En iyi hatırladığım şey ise o kıpır kıpır hayat dolu halleri, evimize geldiğini daha o merdivenlerdeyken anlamam mesela, o koca cüssesiyle her zaman koşarak pat pat sesler çıkararak tırmanması o dört katı... Ve tabii beni sevmesi. Sarılarak kah omzunda kah kucağında evire çevire bazen popomdan ısırıp ağlatarak da olsa, neşeyle sevmesi... Demek ki çocuk yüreği sevgiyi tanıyor. Aklıyla değilse bile yüreğiyle anlıyor. O yüzden cok isterdim dayım benim oğlumu da görsün.

Kim bilir nasıl da severdi...

6 Nisan 2017 Perşembe

Bahardan önce soğuk var...

Bu aralar kalbimde titreşip duran bir şeyler var. Herşeye duygulanmak bende olağan bir durum ama kalbim sızım sızım sızlıyor, bu ne iş? Sosyal medyada gördüğüm bir fotoğrafa takılı kalıyorum, bazen ağlayan bir bebek bazen bir savaş fotoğrafı. Bazen bir protesto haberi, bazen de içli bir şiirden bir kaç dize. En çok da okuduğum yazılardan etkileniyorum; mesela sevgili Ayşe'nin blogu gibi... Göz atıyorum ve allak bullak oluyorum. Aslında ne kadar cok şey görüyor ama hızlı hızlı geçiyoruz elimizde telefonla sosyal medyayı karıştırırken, şimdi fark ediyorum. Yeni fark ediyorum çünkü nedendir bilinmez, o hızla geçtiğim onlarca görüntü aklımın ve kalbimin bir yerlerinde takılı kalmaya başladı bu aralar.

Bir yandan da kendimi teselli ediyorum belki böyle daha iyidir diye.  Çünkü ne zamandır huzursuz ve hiçbirşeyden tam zevk alamayan bir tarafım olduğunu biliyor fakat değiştiremiyordum. Öyle bir kaç hafta bir kaç ay falan da değil, belki bir kaç sene oldu ki kendimden geçerek müzik dinlemiyorum mesela. Bu blogu açana kadar yazı yazmayı bırakmıştım, halbuki en sevdiğim şeydi içimdekileri kağıda döküp uzaktan bakmak ve rahatlamak. Ne bileyim işte, bunun gibi küçük ama kıymetli şeyleri yitirdikçe yavanlaşmış hayat demek ki... Şimdi iç burkulmaları ile de olsa bir şeyleri yine derinden duymaya başlamak o yüzden iyi geldi. 

Bunları yazarken elbette yine aynı yere geldim, içimden şu geçti: "Hayatında her gün neşeyle uyanan, içinden gelince gülen, ağlayan, bağıran ya da sarılan yani dünyayı hisseden ve hissettiğince davranan bir yavru varken yeniden yeşermeseydi dalların, zaten vah halineydi...". 

Öcü!

İnsanların neden birbirine “öcü” gibi baktığını anlamakta zorlanıyorum. Ben de sıradan bir insan olarak bazı şeylere şaşırmaya, tanıma...