27 Ağustos 2018 Pazartesi

Biliyorum ama şey'edemiyorum!

Bazen 100 senelik ilişkinizde tökezlediginizi hissediyor musunuz siz de (yazar bu soruyu  kendine sormaktansa hayali arkadaşlarına soruyor)? Ya da, yahu onlar "bile" bir orta yol buluyor da biz neden kedi köpek misali dalaşıyoruz aptalca şeyler için diye hayıflanıyor musunuz (daha arkası geliyor soruların!)? Dönüp dolaşıp aynı şeyler için tartışmalar çıkıyor ya da hiç tartışma olmasa bile gönül koymalar dağ gibi büyüyorsa, bunun nedenini çözememek ruhunuzu sıkıyor mu (sıkmıyorsa bravo!)? İlişkiler, duygusal tepkilerinizin arkasında yatanlar ve hayatı daha güzel yaşamakla ilgili okuduğunuz onca şeyden sonra, o tekrar eden sorunların ardındaki nedenleri az çok kestirdiğiniz halde, iş düzeltmeye gelince resmen mala dönüyor musunuz (ay nolur biri cevap versin)?

Ben dönüyorum! Resmen beyin tutulması yaşıyorum, ne yapmalıyım bilemiyorum ve dahası duygularım da donuyor, resmen içime kaçıyorum!

Farklı başlıklar altında sürekli aynı haberi yayınlayan gazeteler misali kendi kendini tekrarlayan bir konumuz var mesela; "Bana sormadın, fikrimi almadın" şeklindeki bir çıkışma ve bu cümleyle ifade edilmese de "sen beni önemsemiyor-sevmiyorsun ki" demeye gelen  sitemler. Koca kişisi bana bunu söyleyip duruyor.

Bazen hak veriyorum, kendi başıma iş yaptım diye aşırı vicdan yapıyorum, içten içe günlerce üzülüyorum. Bazen domuzlaşıyorum; sen de elini taşın altına soksan biraz sorumluluk alsan inisiyatif sende olurdu! diye çemkiriyorum. Bazen de bu muhabbetten o kadar sıkılıyorum ki, tamam hadi kavga edelim bitsin bu b.k için de tartışılır mı yaaa diye darlanıyorum. Yerine göre hepsi doğru ama işin içinden çıkamıyorum.


İşte sonra şunlardan bile daha suratsız halde saatler geçiriyoruz...

Şunun farkındayım, aslında hiçbiri görünen konuyla ilgili değil kavgalarımızın. Yani bir çorap ya da çocuğun bezi için tartışılmaz değil mi (değil miiiii?)? Olayın kökleri başka yerde.

Yine acayip tespit yumurtlayacağım ama benim anladığım şu; kocam olacak duygusal panda ihmal edilmekten çok korkuyor. İhmal edilmek ve görmezden gelinmek iç içe geçmiş durumda. Çok kalabalık bir ailenin son numaralarından biri. Anlıyorum, ilgi, sevgi ve dikkat belki beklediği dozda sunulmamış kendisine. İstediği kararları almasına imkan tanınmamış. O yüzden ödü kopuyor aynı duruma düşmekten. Bunları yavru doğduktan, hatta aslında 2 yaşına gelip de bireysellik için cıngar çıkarmaya başladıktan sonra daha iyi anladım. Onun 2 yaş krizi perdesi ardında sergilediği vahşi sahneler hepimizin ne kadar çok desteğe ve aynı zamanda da güç sahibi olmaya ihtiyaç duyduğumuzu anlamama yardım etti.

Tabii şimdi bunları anladım diye olayı çözebiliyor muyum? Hayır! Çünkü tıpkı kocamda olduğu gibi bende de tetiklenen şeyler var gergin anlarda. Harhangi bir konuda pasif kalınmasına ya da kararsızlığa tahammül edemiyorum -ki bunlar benim kocada bolca var. E her sorumluluk bendeyse, her bir haltı zaten ben planlıyorsam ben yapar geçerim diye düşünüyorum galiba. Bazen de gerçekten kendi iç konuşmalarımı ona da aktardım sanıyorum. Halbuki ona hiç söylememiş oluyorum (inşallah şizofren falan degilimdir). İşte böyle böyle delirmeler geliyor ilişkimize. Sen beni iplemiyorsun cümlesine takılıp kalıyoruz.

Yavru doğduğundan beri iyice alınganlık belirtileri sergileyen kocanın derdini yine ilgimin bölünmesine (evet çoğu yavruda) bağlıyorum elimde olmadan. Belki taraflı bakıyorumdur.

Ama ben de içten içe kurulmadan edemiyorum! Kafamın içi her daim çingene çadırı! Bazı sorumlulukları gerçekten istemiyorum. Çok yanlış biliyorum ama kendimi "Kocaman adam,  offf onu da kendi halletsin yaa" derken buluyorum sık sık. Böyle olunca da; gerçek eksenden çıkıp olayı başka yerlere yayıyorum galiba. Olay halledilecek işi aşıp bir umursamazlığa dönüşüyor farkında olmadan...

İşler bu halde sonuç olarak. Henüz gerçek bir mesafe alamadım çözmek için...

Neyse, en azından yazının sonunda 3 şey fark etmiş oldum:

- Özel mözel her şeyi ortaya döktüm!
-Hepimizin tetiklendiği ve şuursuz tepkiler verdiği konuların olduğunu gördüm, o noktalarda birbirimize biraz daha şefkatli yaklaşmak gerek, o zaman işler kolaylaşacak gibi...
-Sorumluluklar konusunu da gerekirse mal paylaşır gibi paylaşıp rahatlamak gerektiğini anladım.

Ay bir de, 3 sonuç demiştim 4 oldu ama bu yavrulardan öğrenecek ne çok şeyimiz var bir daha gördüm!





10 Ağustos 2018 Cuma

Bir zamanlar minik ama gururlu bir (yavru) adam vardı...

"2 yaş zıkkımı"nın her çocuktaki yansıması farklı diye düşünmeye başladım. YÜKSEK sesle ifade edilen "BEN, HAYIR, ISTEMİYORUM"lar, gölgemle mi KAVGA etsem ne yapsam diye yer aramalar, köyün eşeğini kıskandıracak bir perdeden icra edilen AĞLAMALAR ve yazılımı bozulmuş bilgisayar gibi verilen komutun TERSİNİ yapmalar ortak payda kabul edilebilir bence. Bir de bunun dışında yavrunun karakterine özgü cinslikler başlıyor bu yaşta.

Mesela bizimkisinde bir gurur var aman Allah! Daha gak guk dediği dönemlerde bile beyefendiye saygı duyalım, altını açarken bile söyleyelim anlatalım, her zaman birey olduğunu hatırlayalım diye kendimizi parçaladık. O da şu an eski filmlerden fırlamış bir tipmişcesine kendisine söylenen en ufak sözde dudaklarını titreterek ağlamaklı oluyor, "gidiyom ben" deyip arkasını dönüyor ve ayol cidden çıkıp gidiyor! Sonra gönlünü edene kadar uğraş dur...  
             Yeminle şöyle bi bakış atıyor sonrası zaten film sahnesi...

İnatlaşmalarımız da bu minvalde ilerliyor. Bir şeye takıyor ve artık o kadar çok "şey" e takıyor ki, ben daha o "şey"in ne olduğunu çözemeden işler kontrolden çıkıyor. Okuduğum güzel yaklaşımları uygulamaya çalışıyorum. Mesela "evet oğlum, çok sinirlendin... Kendini kötü hissediyorsun. Keşke kırmızı araban çantada olsaydı ne güzel oynardın" diye söylüyor, duygularını tanımlayarak onu rahatlatmaya çalışıyorum. Kitapta diyor ki, anlaşıldığını hissedeceği için yumuşayacak, duygularının tanımlanması  ve kabul edilmesi ona iyi hissettirecek... Gerçekten de bir an gözleri ışıldıyor... Ama sonra 1 saattir kırmızı arabasını çantaya koymayı unuttuk diye parkı tepemize yıkan çocuk " ben kırmızı araba sevmem annesi! Kırmızı araba istemiyorum!" diye bağırıp burnunu havaya dikerek öteki tarafa dönüyor. 

Okuduğum kitaplara, 2 yaşa ve kırmızı arabaya içimden nadide kelimelerle söverek tatlı tatlı konuşmaya devam ediyorum...

Aynı fasılın bir sinir bozucu versiyonu da uyku öncesi yaşanıyor. Doğdu doğalı kabusumuz olan uyku(suzluk) konusu tabii ki bu dönemde iyice coştu. Yaşını geçsin, gece emzirmesi bitsin, memeyi tamamen bıraksın, 2 yaşını doldursun.... o zaman iyi uyuyacak diye beklediğimiz yavrumuz inatla uyumuyorrrr uyumuyor! Yatırmak için giriştiğim zavallı çabalardan minik bir kesit:

- Oğlum bak! Uykucu tavşan (uyku arkadaşı örgü bir tavşancık) yatağa yatmış bile... Seni çok özlemiş, çok da uykusu gelmiş. Sana sarılıp yatmak istiyorum diyormuş...
-Hayır annesi öyle demiyor! Uykucu tavşanlar konusamaz annesi! Çünkü o bir tavşan! 
- Aaa evet doğru. Her zaman seninle uyuduğu için ben öyle düşünmüştüm.
- Ben uyumak istemiyorum. Sen bana uyu dedin annesi ben kamyonu vınn diye sürecektim ( dudaklar titrer)
- Kamyonu da vereyim yanına. Kamyonunu çok seviyorsun. Hala onunla oynamak istiyordun biliyorum. Uykun gelince kamyonla oynayamayacaksın diye üzüldün.
-İstemiyorum wwoooaaaaaooaaaaa
.....

Her türlü bilimsel destekli çabam bu şekilde neticeleniyor. Bir kaç kez daha fazla sabredemeyip "yeter artık ben de sinirleniyorum" diye sert çıktım. Ne mi oldu? O an için yatıştı sonra daha büyük bir karşı koyma ile anamdan emdiğimi burnumdan damlalar halinde getirdi...

Durum böyle olunca, yine ehhh bu da böyle bi çocuğumuz naaapalım deyip delirtici derecedeki sevimli taraflarına odaklanmaya çalışıyorum. Böylece çivi çiviyi söker mantığıyla; kaybettiğim akıl sağlığımın geri kalanını datlu anlarda coşarak ve "çokkk seviyooommm ulan seni minnaaaaaakkk" diye bağırarak harcıyorum. 

Geriye 3 (13? 23?....) yaşı umutla beklemek kalıyor.

3 Ağustos 2018 Cuma

Bu kez ne dilediğime dikkat ettim!

Günlerdir içimde bir sıkıntı ile tatlı heyecan boğuşuyor. Bir heyecan, bir sıkıntı galip geliyor. “okulun ilk günü karnı ağrıyan çocuk” sendromuna girdiğime göre sanırım sıkıntı ve korku daha baskın. Eh kolay değil, uçan kuşlara, martılara ve bankalara boyumdan büyük borcum var artık! Niye? Durduk durduk memleketin şu cafcaflı batış döneminde ev almaya kalkıştık!
Nasıl bir mantıkla bunu yaptık bilmiyorum, galiba mantığı falan yok… Bu şartlarda ev alamayacağımıza kanaat getirince bari 1+1 daire alalım, hem annemler yavruya baktıkları sürece içinde otursunlar böylece şu an oturdukları daire için ödediğimiz kiranın üstüne biraz kredi eklemiş ve yatırım yapmış oluruz dedik. Tabii ev aramaya başlayınca bu aşırı zekice fikrimiz elimizde patladı çünkü ya fiyatlar, ya tapu durumları, ya konumlar uyuşmadı… Derken öylesine ziyaret ettiğimiz bir firma ellerinde 1+1 olmadığını, 2+1 daireleri de bitirdiklerini, fakat uygun fiyata bir başka daireleri olduğunu söyledi. Örnek daireyi gezdik, sevdik.
“3+1 diyorlar ama olsa olsa 2,5+1 olur orası… Olsun, olsun çok sevimli. Ay ne güzelmiş, aamaaan ne olacak yeter bize……” falan derken bir baktım ki adamlardan fiyat alıyoruz. Ertesi gün ise kumbaradaki bozuklukları bile saymış, oradan borç, buradan harç bulmuş kapılarına dayanmışız… pazarlık, kavga kıyamet derken gerisini hatırlamıyorum..! Bugün üstüme dev bir konut kredisi tanımladılar, kafam sepet olmuş geziyorum. İnşallah bir aksilik çıkmazsa iki haftaya kalmaz tüm ıvır zıvırlar bitecek, sonbaharda da taşınacağız. Şaka gibi!
Evi almayı konuşmaya başladığımızdan beri kendimle dalga geçiyorum; evrenden ne istediğine dikkat et diye boşa uyarmadı seni kitaplar, vay sadeleştim vay sadeleşeceğim, aman eşyaları attım keşke hepsini atsam derken al bakalım! Kuş yuvası kadar ev! Sıkıysa sadeleşme!
Biraz temsili biraz gerçek!
Şimdi düşünüyorum da, oturduğumuz evi çok sevdiğim ve rahat ettiğim halde, son birkaç aydır iyice bunalmıştım. Bir türlü toplanmamasından, çok büyük olduğu için sadece bir hafta sonu temizliğinin saatler istemesinden, kendimize ait olmadığı için duvarına bir fotoğraf bir tablo asamamaktan sıkılmıştım. Küçük ve pratik olsun, sıcacık olsun, benim olsun diyordum içimden. Bu sefer de biraz fazla küçük oldu ama sağlık olsun! Bak insan ne tuhaf, isteyip de ayağına geleni bile kabul etmekte zorlanıyor. Şimdi bu durumu bir meydan okuma gibi değil de, bir fırsat gibi değerlendirmek gerek diye geçiriyorum içimden.
Bu durum az eşya, az harcama, az telaş, bol bereket, bol şükür, bol muhabbet için bir yoldur dilerim!
İsteklerimizle, çevremizde görünce sahip olmalı/yapmalı/almalıyız sandığımız şeylerle, kendi kendimizi ne kadar zorladığımızla ilgili düşünüp duruyorum bir haftadır.
Hakikaten bunu niye yapıyoruz?
Kendim istediğim, gidip talip olduğum ve birkaç yıl boyunca kazancımı oraya bağlamayı kendim göze aldığım halde neden daha işin başında acaba yeter mi bize diye düşünüyorum?
Neden yetmeyeceğini zannediyorum?
Evet, her şeyin bunca pahalı olması ve sırf bir ev almak uğruna insanın kazandığını dilediğince harcayamayacağını düşünmesi bir haksızlık. Fakat memlekette durum bu. Daha fazla deşmeye gerek var mı?
Bu kısım tamamsa, işte geriye az önce bahsettiğim o diğer konu kalıyor. “Yetmez” fikrini içimize sokan “dışarı”dan arınmak gerekiyor. Kendini, eşyayı, etrafı bu kadar önemsememek gerektiğini bir daha anlıyorum. Sağlıkta, afiyette olalım, huzurumuz, vaktimiz, kazancımız bereketli olsun, neşemiz etrafımıza saçılsın. Asıl bunlar çok olsun.
Kısaca ağzımızın tadı yerinde olsun. Başka neye ihtiyacımız var?

Öcü!

İnsanların neden birbirine “öcü” gibi baktığını anlamakta zorlanıyorum. Ben de sıradan bir insan olarak bazı şeylere şaşırmaya, tanıma...