Instagramda takip ettiğim bir anne var, çok güzel okumalar yapıyor ebeveynlikle ilgili, tavsiye ettiği kitaplardan okuyup faydalandığım çok oldu… Eric Fromm’un kitabından alarak şu postu paylaşmış hemen ekran görüntüsü aldım, ne zamandır üzerinde düşünüp duruyorum:
İlk okuduğumda da çok etkilenmiştim fakat sonradan, aklımda dolanıp duran düşüncelerle birleştikçe kalbime fil gibi oturdu. Çok fazla şey var yazmak istediğim, nasıl ifade edeceğim bilmiyorum ama bir deneyeyim...
Sürekli şunu söylüyorum; çocuğum onu beklentisiz olarak sevdiğimi bilsin ve kendini benim için bir şey başarmak zorunda hissetmesin. En büyük korkularımdan biri bunun aksinin gerçekleşmesi; çünkü ben küçükken bana asla koşullu sevgi cümleleri kurulmadıysa bile ben kendimi hep başarmaya mecbur hissettim. Düzenli, düşünceli, çalışkan, saygılı vs. olmaya da… Sadece ben değil, benim yaşıtım hemen her çocuk az çok böyle büyüdü belki. Anadolu lisesine hazırlık diye bir şey vardı yahu, o psikolojik baskıyı ortaokulu Anadolu Lisesinde okuyan akranlarım bilir. “Adam olması” okumasına bağlı memur çocuğunun klasik dramı diyelim biz şuna, belki bir de 80’lerde orta gelirli Anadolu ailesinde çocuk olmak. Neyse uzatmayım, şu an süren bazı kontrolcü hallerimi, başarmak ile ilgili takıntılı durumlarımı bu yetiştirilişe bağlıyorum. Daha ilkokul 4. Sınıf öğrencisiyim, dershane seviye tespit sınavı yapıyor, 18. olmuşum, annem bana günlerce tripleniyor, neymiş bu sefer ilk 10’a girememişim. Allahım, bu nasıl bir saçmalık?! Eh, çok da haksız sayılmam değil mi bu hallerimi o günlere bağlamakta? İşte, ilk olarak çocuğumda böyle bir his yaratmaktan ödüm kopuyor.
Bunu yapmamak için -tabii el kadar yavruyu sınava hazırladığımız yok, ama herhangi bir koşulluluk mesajı vermemeye diyeyim- azami gayret sarf ederken, bazen kendi kodlarımla savaşa girmiş oluyorum. Onu zorlamayayım, yönlendirmeyeyim, gerçekten ama gerçekten gerekmedikçe yapma demeyeyim, mesela yorgun ya da hastaysam bunu hissettirmeyeyim, dilini daha iyi çözeyim onu anlamadığımı düşünmesine izin vermeyeyim derken… derken bazen içim daralıyor. Çünkü mesela ben elektronik aletlerin düğmesine çocukların basmadığı, yemek yerken etrafa döküp saçılmadığı, parkta kaydırağın en tepesine tırmanılmadığı bir evde büyüdüm. Bunlar çok mühim şeyler değil, bu kısımları aşıyorum, ama mesela markette ya da restoranda eşyaları veya kendini yerlere atan yavruya müdahale etmek istiyorum. Kendimi tutuyorum, kendimle boğuşuyorum, iç sesimle kavga ediyorum ama ağzımdan “tamam oğlum, istediğin kadar oyna… haa ağlamak mı istiyorsun, ben yanındayım” cümlesi çıkıyor. Bir süre sonra o kriz geçiyor, yavru neşesini kaybetmiyor ama ben kaybediyorum. Sürekli ona yanlış mesaj verir miyim kaygısıyla cümlelerimi tartıyorum, tavırlarımı irdeliyorum. Kendimi yeterli hissedemediğim gibi, ne hedeflediğimi ne de içimden beni dürten şeyi yapamamış oluyorum.
Böyle olunca ne oluyor biliyor musun? Ben çocuk yetiştirmekten kocam kadar zevk alamıyorum. Gerilimli anlarda yıpranıyorum ya da kendi içimde gerilimler icat ediyorum. Kocam mutlu, o çocuğuyla Mars’a bile gidebilir, ben markete bile gitmek için düşünüyorum. O ikinci bir çocuğun evimize neşe getireceğini söylüyor, ben o sırada panik atak krizi geçirecek oluyorum.
Bunun böyle olmaması gerektiğini biliyor ama düzeltemiyorum.
Kitaptan alınan bu yazı da o yüzden içimi oydu. Özverili olacağım derken, onu doyasıya sevdiğimi göstereceğim derken hadi onu anneliğimle eziyorsam, ezersem? Hadi bu kitapta dediği gibi benim bunalmış halimi hissederse? Hadi kendini bana karşı sorumlu, yükümlü hissederse? Böyle düşününce çok üzülüyorum.