26 Ekim 2017 Perşembe

Sonbahar neden sevilmez?

Sonbahar neden sevilmez diye yazacaktım bir ara, neredeyse kış geldi, yazamadım. O sıralar herkes eylüle övgüler düzüyor, sonbaharın neden çok güzel olduğunu anlatıp duruyordu. 
Ahahahaha çok da alakalı olmadı ama bayıldım:)
Gerçek hislerimse bu suratta saklı tabii

Herkes sonbahar güzellemesi yapadursun, ben de içimden, “tabii bütün yaz Bodrum’da kavrulmuş fıstık kıvamına gelene kadar tatil yapan sizsiniz, sıkıldınız da sonbaharı çağırıyorsunuz” diye fesat fesat söyleniyordum… Hâlbuki herkes gezip tozmuş değildi ( mesela canım Güneş blogunda mis gibi açıklamıştı sonbahar sevgisini) yine de nedenini çok iyi bilmediğim bir şekilde hepsine sinir oluyordum.
Sonra düşündüm, sonbaharla ilgili nefretim aslında doğrudan güneşin erken batması ve havaların soğumasıyla ilgili! Güneşle sarj olan, üşümektense şıpır şıpır terlemeyi tercih eden bir insanım. Yazları günde 3 kere bile banyo yaptığım olur, suya bayılırım, ama yağmurda ıslanmak, ı-ıh bana göre değil. Kar desen, evden kalorifer peteğine dayanmış koltuktan dışarıyı izlemeye varım, en iyi ihtimalle kardan hemen sonraki yumuşak havada biraz yürümeye, ama hepsi bu.
Yahu bir de tahtta en uzun kalan padişahla yarışırcasına uzuuuun zamandır aynı kişinin yönettiği bu şehirde yaşamak var. İki damla yağmur yağar trafik alt üst olur, yağmur yarım saat sürerse alt geçitler akvaryum olur, eve vaktinde gitmek hayal olur! Ben ne yapayım bu memlekette sonbaharı?! Gördüğümüz ağaçlar refüjlerdeki zavallı çamlardan ibaret, hani sonbaharın renkleri? Gökyüzü gri, binalar gri, birlikte çalıştığım adamların takım elbiseleri gri…
Bak bu cok gerçek işte
Evde bir de yavru var, biyolojik saati anasına benzeyen… İşe ilk başladığımda bile sorun çıkarmayan çocuk, havaların erken kararması ile birlikte ikindi vakitlerinden itibaren gamlı baykuş bakışlarını takınıyor, bulduğu her sebebi değerlendirerek huysuzluk ediyormuş…
Bu durumu da ekleyince nisana kadar bol söylenmeli, haziran ortasına kadar oflamalı poflamalı bir döneme girmiş bulunuyorum.
Sonbahar, sana uyuz oluyorum. 

18 Ekim 2017 Çarşamba

Kuru boyadan çocuk ruhuma...

Köşedeki minik masa ve ondan minik sandalyeye baktıkça ağlamak geliyor içimden. Hatta dayanamayıp bir resim çiziktirdiğim büyük boy resim defteri ve rengarenk kuru boyalara da. Yavrunun yarın, "üstünü başını boyamadığı" gerekçesi ile muhtemelen beğenmeyeceği boyalara yani...
Biz çocukken her şey azdı ama kıymetliydi, ay pek güzeldi diye nostalji yapıyoruz, böyle pembik bir dünyadan bahsediyoruz ya, bence biraz yalan... Yahu o kadar güzeldi madem, niye ucuzlukçu bir marketten aldığım uyduruk kuru boyaları elimden bırakmak istemiyorum? Niye içimde doymamış bir his var?

Ya da daha geçen kendi babamla niye tartışacak oldum yine bir kalem yüzünden? " Of baba tamam bırak istediğini yapsın! Etrafı boyayacak diye ilk okula kadar boya vermeyelim mi çocuğa?!" diye neden diklendim?! Halbuki ben de istemiyorum duvarları ve mobilyaları gökkuşağı gibi yapmasını... Ama yine de o "hayır"ı duysun istemiyorum! Bizim evde elektronik aletleri kurcalamak yasaktı mesela, mazallah bozulurdu falan, dünyanın sonu gelirdi! Hala teknolojik şeylere bir mesafe ile yaklaşmamda bunun payı var bence.

Nasıl anlatayım bilmiyorum; hem bazı sınırlar olduğunu öğrensin istiyorum hem de bizim çocukluğumuzdaki gibi aman kirlenmesin, kırılmasın, kaybolmasın diye tembihlenerek ve bunu bozarsam/ bitirirsem yenisini alamam diye içlenerek büyüsün istemiyorum.

Mesele yoksunluk değil. Her şeyimiz vardı küçükken, alınmamış bir ihtiyacımız hiç olmadı. Arabesk sahneler yaratmaya gerek yok. Fakat içimde garip bir sıkışma oluyor; bir eşyanın ondan daha kıymetli olduğunu ima etmekten bile korkuyorum yavruya... Öyle hissetmesinden ödüm kopuyor!

Bir de en korktuğum şey sevgimi bir koşula bağlı sanması. "Benim için" başarılı olmak, iyi olmak, herhangi bir şey zorunda olduğuna inanması... "Benim için" o benim yavrum. Bu kadar. Bu kadar olmalı. Fazlasını beklemeye hakkım yok. Sevgim bir koşula bağlı değil ve asla olmamalı. Yine de alttan alta o kadar çok "sizin için saçımız süpürge" mesajını hissederek büyütüldük ki, buna karşılık bir şeyler yapmak, başarmak, "iyi olmak" zorunda hissettik... Yavru böyle hissetsin istemiyorum. Benim tek şansım şuydu; bu alt mesajlara rağmen sık sık sevildiğimi söyleyen, yanlış yaptığımda üzüldüklerini belli etseler de arkamda duran bir ailem oldu. Yine de, 31 yaşımı bitirirken kendimi kanıtlamak zorunda olduğum konular var gibi hissediyorsam bu işte bir yanlışlık var. Bu yanlışa kendi çocuğum için düşmekten delice korkuyorum.

Bir kutu boya ve resim defterinden geldiğim noktaya bakarsak, ebeveynlik ya da psikoloji kitaplarına ara verme fikrimi de geri çekiyorum.

Sanırım içimdeki minik insanın hala tamire ihtiyacı var.

13 Ekim 2017 Cuma

Evlilik dedigin...

Bugün boşanmak üzere olan bir arkadaşımla dertleştik… Duyduğumuzda klişe gibi gelen “evlenince maskesini bıraktı, gerçek yüzü ise tahammül edilir gibi değildi” cümlesini onun da ağzından işittim ve bu kez anladım ki böyle bir olay var… Evliliğin temeli sevgi, saygı, evet ama her şeyin temeli zaten bu değil mi? Kendini insan gibi hissetmenin ve kendinle geçinmenin temeli de bu! Başka türlüsü mümkün mü? Asıl olay başka yerlerde gizli. 
“Evliliklerinin iki katı fazla süredir birbirlerini tanıyan, uzun yıllarını birlikte geçirmiş insanlar nasıl oluyor da bu noktaya geliyor?” sorusundan belki bir doktora tezi çıkar (belki çıkmıştır bile!). Herkes birbirine bu soruyu soruyor etraflarında böyle durumları gördükçe. Çok da derin düşünmeyi bir yana bırakırsak benim bugünkü konuşmadan aldığım yalın cevap şuydu; evlilik bir sürü sorumluluk ve süreç içerisinde şeffaflık gerektiren bir müessese; eğer bu sorumlulukları taşıyacak kadar olgunlaşmamışsan ve içini açacak; hem yamuk taraflarını ortaya serecek hem de düzeltmeye çalışacak kadar yürekli değilsen, olmuyor. Olmuyor.
En basitinden; flört döneminde paylaştığın yemeğin hesabını ödemeye benzemiyor büyük maddi sorumluluklar altına girmek… ya da ne bileyim, o kusarken başını tutmak hasta sevgiline geçmiş olsun mesajı atmaya benzemiyor… Birbirinin ailesine karışmayı ve en önemlisi çocuk sahibi olmanın getirdiklerini söylemiyorum bile. Bunlar zaten insanı deprem gibi sarsıyor.
Şeffaflık dediğin de başlı başına büyük bir olay, şunları cevaplaman gerekiyor: Hatırlamak istemediğin çocukluk anılarını açacak kadar gardını indirebilir misin ona karşı? Yargılanmayacağını bilecek kadar ona güvenir misin? Seni eleştirdiği zaman doğrudan savunmaya geçmek yerine gerçekten bir sorun olmasa bana böyle demezdi diye düşünecek kadar kendini teslim edebilir misin? Yapamıyorsan yine zor dostum…
Anlattıklarını hep bunları düşünerek dinledim. İşte bunlar olmayınca senin ne kadar çabaladığının bir önemi kalmıyor, olmuyorsa olduramıyorsun. Hele ki kendini sevmeyen birine bunları anlatamıyorsun. İçindeki çaresiz ve agresif çocukla senin başa çıkman mümkün değil, bu noktada buluşmadıkça bu işi yürütemiyorsun. Sonra işte, “her şeye yazık oldu” cümlesiyle kalakalıyorsun.

11 Ekim 2017 Çarşamba

Bebek özlemek

Bugün çılgın gibi çalışırken kocamdan bir fotoğraf geldi. Şuna bak yaa yazmış fotoğrafın altına, hatta bir de kalp koymuş, hiç adeti değildir halbuki. Baktım ki yavrunun geçen kıştan kalma bir fotoğrafı… Kaç aylık olduğunu kestiremedim, ama daha bebek suratlı bir şey. Şu an evdeki 18 aylık yavru baya “çocuk” kalıyor yanında. Suratının yuvarlak pofidik halleri gitmiş, daha zeki bakışlar, çarpık bir gülümseme, ağzının içinde bir sürü yeni diş var şu anki halinde. Evet, hala dünyanın en güzel yaratığı, ama bebek değil! Değil işte! Ay oturup ağlayacaktım. Bebek bakmak zor, birazcık birazcık büyüse diye iç geçiren, sonra her akşam ayy büyümesin çok güzel diye fikir değiştiren, yine de içten içe iletişimizin artacağı günleri iple çeken ben, yavru büyüdü diye ağlayacaktım! Hâlbuki bu sabah aramızda geçen diyaloğa bayılmıştım (bak diyalog diyorummmm);
- “Oğlum neden bu kadar erken kalkıyorsun, biraz daha uyuman gerekliydi… Bak sabah olmadı hala gece”,
-“ Anne, ışık (eliyle pencereyi gösteriyor)”,
-“Evet sevgilim bak ışık yok karanlık… sabah olana kadar uyumalısın”,
-“Uyku? Karanlık, nennen”
-“Evet oğlum, nennen… Hadi biraz daha yatalım mı?”
- “Hayır(kafasını iki yana çılgınca sallıyor), kalk (kollarını havaya kaldırıyor)!”.
Bu hallerine bayılıyorum, o kendini ifade ettikçe ben hafifliyor, tedirginliklerimi geride bırakıyorum. Hele ki söylemeye çalıştıklarını şıp diye anlarsam havamdan geçilmiyor, kendimi yılın annesi ilan ediyor öpücüklere boğuyorum.
Yine de mızır mızır olduğu o minnak günlerini özlemem garip değil mi?
Ay biliyorum her anne böyle hissediyor.
Bu da “ben öyle yapmam yeeaaa” deyip de aynı yere çıktığım noktalardan biri. Yine de hayretler içindeyim; o pofuduk kedi gibi kendini sürüklediği, ağzından salyalar akıttığı, koltuğa tutunup kalkabilirse tüm suratıyla sırıttığı zamanlarını özlüyorum. Özlüyormuşum yani… Bugün daha iyi anladım.
Hep garip bulduğum hallere dönüp dolaşıp geldiğim düşünülürse, oğlunu kimseciklerle paylaşamayan çatlak kaynana modeli oluverir miyim diye işkilleniyorum.
Olmam di mi yaaa… Olmam olmam ☺



9 Ekim 2017 Pazartesi

Tarihe not- uyku

Çok şükür yerel ve ulusal basına " Ankara sokaklarında şıkıdım şıkıdım gezen deli anne" şeklinde yansımadan hafta sonu sona erdi.

Yavru 18 aylık olmasına saatler kala, bir buçuk yıllık ömrünün ilk KESİNTİSİZ gece uykusunu uyudu çünkü!

Anlamayanlar için açıklayayım; gece yattı sabah kalktı.

Gece 198675321 kez uyanmadı, "memeeeeeaaa" diye çığlık atıp tepinmedi hatta tatlı tatlı"anne anne annneee" diye beni çağırmadı...

Bir kaç saat uyuyup sonra gecenin kör vakti ayağa dikilerek beni sinir hastası da etmedi.

Uyudu ve sabah uyandı.

Bir buçuk yıldan sonra kesintisiz 7 saat uyudum ben de... Kesintili olarak bile 7 saati bulmayalı aylaaaar olmuştu. Pazar günü nasıl mutluydum anlatacak sözcük yok.

Tarih; 2017 Ekim ayı, 7'yi 8'ine bağlayan gece! Bu da burada dursun, her yıl kutlayacağım galiba...




Not; Allahım, konuyu biliyosun, amin...


Öcü!

İnsanların neden birbirine “öcü” gibi baktığını anlamakta zorlanıyorum. Ben de sıradan bir insan olarak bazı şeylere şaşırmaya, tanıma...