24 Aralık 2018 Pazartesi

Büyük ve küçük kaygılar; ben ve benim oğlan

Her zaman kaygısı yüksek bir insan oldum. Hani herkeste bir parça görülen; yeni bir ortama girince huzursuz olma, düzenini değiştirmemek için direnme, belirsizlikten hoşlanmama hallerinin dışında bir kaygıdan bahsediyorum. Bu zıkkım yüzünden üniversite dönemlerinde (hiçbir işe yaramasa da) ilaç kullanmışlığım bile var. Hoş, o dönemki kaygı hastalık korkusu ile karışmış, panik atağa döndüm döneceğim tarzı bir şeydi… Bende hep devam eden o “uyuz kaşıntısı kılıklı” kaygı ise daha farklı. Benimki dışarıdan pek de belli olmayan, beni yakından tanıyanların tarifiyle baykuş bakışlar ile kendini belli eden, pek çok kişi için biraz sıkıntı vermenin ötesine geçmezken beni içten içten çürüten bir tuhaf hal.
Çok zamandır bu hallerimi epey geride bıraktığımı zannediyordum ya da geliştirdiğim yönlerimle bu kaygıyı dengelemeyi başarıyor ve beni dibe çekmesini engelliyordum. Ne bileyim işte, gelişen girişkenliğim, çok okuyarak elde ettiğim o “ne yapılacağını biliyorum rahat olabilirim” hissi, düzeni bozmaktan korkarken bir taraftan da çılgınlık iyidir diye kendimi itekleyerek bir anda mutlu olma halleri, hayatımı sadeleştirerek kazandığım rahatlamalar, maneviyatımı güçlendirmek için arayışlarım ve tabii yavrudan sonra gelen 10 kaplan gücündeyim düşüncesi ve yamulta yamulta bana öğrettikleriyle epey rahatlamıştım.
Peki, şimdi ne oldu da yine bu kadar kaygılıyım?
Çünkü yavru kocaman (ya da küçücük mü demeli) bir kaygı yumağına dönüştü!


Mutter und Kind by Robert Noir (1864-1931) demiş Google... Tanımam etmem ama içimi bi acıttı
Benim duygusal böcüğü “olduğu gibi” kabul etmiştik zaten. Anası böyle babası böyle, malzeme bu, ne olacaktı ki demiştik… Bize küçükken pek de tanınmayan o duygularını anlama, tanıma, kabul etme ve onları belli edince kabul edildiğini hissetme şansını ona tanımak için elimden geleni yaptım şimdiye kadar. Duygularını çözemediğini ya da ifade edecek sözcüğü bilmediğini fark ettiğimde onun için dile getirdim, üzgünsen kucağıma gelip ağlayabilirsin dedim, öfkeli olduğu zaman şimdi çok kızdın biliyorum sakinleşmen için ben buradayım dedim ve bekledim, asla onu bastırmadım ya da sen erkeksin imasında bulunmadım. Bunun için de gururla kendi sırtımı sıvazladım çünkü karşılığını aldığımı düşündüm: Bana güveniyor ve olduğu gibi davranmaktan hiç çekinmiyordu yavru. Daha ne olsun. Ne zaman bir topluluğa girsek herkesin ilk teşhisi olan “aaaa çok duygusal” cümlesinden bu nedenle hiç rahatsız olmadı(k)m.
Fakat sıkıntı topluluğun kendisi ile ilgili olmaya başlad. Belli gelişim dönemlerinde çocuklarda olan insanlardan korkma, çekinme dönemleri dışında da ciddi sakınmaya girdi yavru. Parka gittiğimizde başka çocuklar varsa oyuncaklara yaklaşmama, biri bağırınca (kendi arasında oynayan çocukların bağrışması) aşırı rahatsız olma, ağlayan bir çocuk görünce hemen ağlama. Bu belirtiler bazen çok şiddetlendi bazen de çok azaldı ve buna da “olabilir” dedik. Bağırarak konuşan ya da “konuşamayan” akranlarından aşırı kaçınma, elinden bir şeyi çekip alan olunca aşırı şekilde üzülme (Asla yavrunun bir başka çocuğun elinden bir şey çektiğini görmedim. Her zaman bakabilir miyim diye soruyor ve beni deli ediyor), hem diğer çocukla oynamak isteyip kıvranma hem de beni gölgesi gibi dibinde isteme, ortamdaki en ufak ses ya da gerginlikten hemen etkilenme ve kaçma hali gibi şeyler ise hiç geçmedi. Yakın arkadaşımın 6 aylık bir bebeği var, bebek ağladığı anda benimki ondan çok ağlıyor. Ne zaman onlara gitsek neredeyse benimkiyle yaşıt olan kızının ilk “değişik” hareketinde benimki iki gözü iki çeşme ağlıyor ve eve gittiğimizde bile bir süre o olayı sayıklıyor. Bunları yakın çevreme anlattığımda herkes; biraz hassas, zamanla geçer demekten dışında bana yardımcı olmuyor.
En son geçen hafta sonu çevremde anlatmaya çalıştığım şeyi nihayet anlayan birilerini gördüm. Bu bahsettiğim arkadaşımda buluştuk çoluk çombalak.  En büyüğü benimki olmak üzere 4 çocuk,7 kadın. Daha ilk dakikadan benimki üstüme kedi yavrusu gibi tırmandı. Bebek ağladı benimki ağladı. O geçti, biraz oyuna daldı (tabii beni dibinden ayırmıyor) arkadaşımın kızı elinden tutup çekiyor koltuğun arkasına saklanalım diye benimki korkudan altına edecek, o geçiyor, ufaklıklardan ötekisi kafayı masaya çarpıyor, annelerden biri amaann diye sesleniyor çocuk azıcık ağlıyor benimki titreye titreye ağlıyor! Neyse sakinleştirip sofraya oturuyoruz, bir dilim muhallebi pasta yemesine izin veriyorum sakinleşsin diye, yarısını yedikten sonra eve gidelim diye yalvarmaya başlıyor. Babasını arıyorum gelip alsın diye ve çocuğum biraz akran görsün isimli hikâye 1 saatte bitmiş oluyor. Bu arada tüm bu olayların arasında yetişkinlerle gayet güzel konuşuyor, oyun oynuyor, onlara hemen 5 dakikada ısınıp sohbet ediyor, aradaki ağlamalı durumlar sırasında ve sonrasında söylediklerini duyan arkadaşlarımın gözlerinden kalpler çıkıyor. Sonunda diyorlar ki senin anlattıklarını şimdi anladık. Bu kadar hassas olduğunu bilmiyorduk. Bir tanesi çok güzel özetliyor; “öyle bi bakıyor ki eğer elimden gelse onu üzen her şeyi uzaya fırlatırdım”…
Bu arada bebekliğinden beri süren araba koltuğu direnci başka bir boyut kazandı bu sefer de. Hızlı hızlı nefes alma, renginde sararma, sürekli ağlamaklı haller, ben çok sıkılıyorum arabada diye söylenip söylenip sonunda sonsuz bir ağlama sürecine girme, mola versek bile kendine gelememe… Böyle anlatınca her çocuk arabadan sıkılır diye geçiştirilecek bu haller en sonunda aile içinde de fark edildi. Bu çocuk neden bu kadar kötü oluyor arabada? Bence resmen bir anksiyete nöbetine giriyor! Belki de sadece araba tutuyor evet, ama kusmuyor?
……………………………………….
İşte bunları yazdıktan ve bir türlü yayınlayamadıktan sonra başka şeyler de oldu. Tabii ki uykuyla ilgili. Elbette uykuyla ilgili. Başka ne ile ilgili olabilir ki! İlla ki uykuyla ilgili.
Çok sinirim bozuk.
Baya baya öfkeliyim şu an.
Yalan mı söyleyeceğim hissettiğim şey öfke. Empati de kalmadı sakinlik de kalmadı. 32 aylık bir çocuğun hala uyku sorunu yaşıyor olması ve artık uykusuz kalmak düşüncesinin bile beni çığlık çığlığa bağırtacak hale gelmesi DIŞINDA bir de bu durumu şu yukarıdaki halleri ile bağlama eğilimindeyim. Uyumamak adına her haltı yapsa da sizin yatağınızda uyuyalım dememişti daha önce hiç. Şimdi de ona başladı. İki gecedir normal uyku saatinde uykuya geçtikten sonra uyanıyor ve geri uyumuyor. İlk gece balık dokundu sandık, epey yemişti çünkü, bir uyandı ki su gibi terlemiş, çok huzursuz, geri uyuyamıyor ve boynuma ahtapot gibi sarılıp nolur babamın yanında uyuyalım diyor, yatağa götürdüm, hemen uyudu ve sık sık panikle kalkıp anne?! Diye bağırarak nerede olduğunu kontrol etti. Dün gece desen aynı, yattıktan yarım saat sonra kalktı ve önce benimle birlikte odasında uyumak için diretti. Aldım odasında yerde duran büyük minderde birlikte uyuttum. Ama kalkmaya davrandığım an uyanıyor. Hatta sanki hiç uyumuyor gibi ya da otobüs uykusu misali uyur ama farkında gibi… Elbette minderin üstünde her yerim tutuldu. Sayısız denemeden sonra her kalkma çabamda uyanınca aldım yatağa götürdüm yine sinirle. Zaten ikide bir uyanıp ne kadar süre dalmaya çalıştık bilmiyorum, o ortamızda yatarken ben yatağın en uç kısmına sıkışmış halde yine sabaha kadar düzgün dalamadım. Sabah uyandığımızda içimden tek geçen oğlana kızmamak için kendimi tutmaktı.
2,5 yaşında çocuğa gece neden uyumadın demek ne kadar aptalca değil mi? Ama öyle yapmak istiyorum. Sabah yüzümü gözümü toparlayamadım, o da moralimin bozuk olduğunu fark edip türlü şirinlikler yaptı. Vicdan azabından gebermekle kolundan tutup “lan oğlum yeter kendine gel!” demek arasında bir duygu durumundayım.
Bu kadar çok öfkelendiğime göre kesin kendimden de şüphe ediyorum.
Neyi göremiyorum?
Neyi yanlış yapıyorum?
Sadece abartıyorsam, neden başa çıkmayı bilemiyorum?

11 Aralık 2018 Salı

Huzur bağırarak konuşmaz...

Evde yavruyla olduğum zamanlar dışında keyifsizim bu aralar. Çünkü bir tek onunla olduğum zaman kafamdakileri kenara itip sadece yaptığım şeye (çoğunlukla araba sürmek ya da boğuşmak) odaklanabiliyorum. Bilmem belki de öyle sanıyorum? Yavru bu aralar hiç yapmadığı şekilde aşırı üzgün bir suratla “ Bugün işe gitmesen olmaz mı anne?/baba?” diye soruyor. Belki birlikte geçirdiğimiz sürede ona kendimizi veremiyoruzdur (al sana kafaya takılacak bir şey daha).

Neden bu kadar bunaldı(k)m diyorum, herkesin ilk cevabı “havalardan”. Kıştan nefret ediyorum ve saatlerin ayarlanmaması nedeniyle güneş doğmadan kalkmamız gerekiyor. Bu benim gibi güneşle şarj olan bir insan için yeterli bir depresyon ateşleyicisi.

Yine de sorun bu değil.

Aklımda neler var diye bakıyorum; sürekli sızlanan ve şikâyet eden biri….
“ …kaç senedir şurada çalışıyorum… Bu nasıl şanssa şöyle adam gibi rehberlik edecek, yol gösterecek, başarımı takdir edecek biri çıkmadı karşıma. Bıktım bu geri zekâlılarda uğraşmaktan. Hepsini ben sırtlayıp bir yere götürmek zorunda kalıyorum… Her şeyin sorumlusuyum ama hiçbir şeyin yetkilisi değilim...”
Sonra o şikayet iyice alevleniyor;
“…çok sıkıldım bu işlerden… salak saçma bir sürü şey. Daha teknik işler yapmak istiyorum. Daha fazla çalışmak istiyorum. Aslında daha fazla üretmek istiyorum. Ürettiğimin somut sonucundan faydalanmak ya da faydalanıldığını görmek istiyorum… Ben burada olmamalıyım. Daha iyi bir yere geçmeliyim. Burada tıkılıp kaldım!”
İşte böyle böyle yükseliyor, sonra işi başka yerlere yayıyorum;
“… İki memur insan ne uzar ne kısalırız. Halt edeceğiz sanki, kocaman bir kredinin altına da girdik. Annem yaza memlekete dönmek zorunda, çocuğu hangi kreşe vereceğim baharda? İyi özel okulların kreşleri aşırı pahalı. Daha çok para kazanacağım bir şey yapmalıyım… Ne yapacağım şimdi?”
Bu da yetmiyor iyice duygusallaşıp eski kararları sorguluyorum;
“ ..ne işimiz var bizim Ankara’da yaa? Niye bırakıp geldim ki üniversiteyi?! Tamam, kadronun devamı yoksa yok, bekleseydim mevcut sürem bitince düşünürdüm. Şimdi orada olsak daha evlendikten kısa süre sonra evimizi almış borcunu şimdiye bitirmiş olurduk. Küçük şehirde yaşamak ne kolaydı, yavru üniversitenin kreşine giderdi, büyüyünce de oranın en iyi özel okuluna rahatlıkla verebilirdik. Arkadaşlarımızın hepsi orada, fotoğraflarını görüyorum, hepsi sık sık bir aradalar. Buradaki gibi ziyaret için iki hafta önceden sözleşmeye gerek yok ki, en uzak ev kaç dakika sürecek? Koptuk, koptuk burada, her şeyden koptuk. İyice yalnızlaştık, küçücük hayatımızın içine tıkıldık. Çok bunaldım…”

Bütün bunlar kafamda takılı kalmış bir çalma listesi gibi dönüp dururken arada bir “Niye bu kadar abartıyorum ki?” diye soracak oluyorum, tam sakinleşmeye meylediyorum, yine bir sıkıntı basıyor. Olsun, en azından bu seslerin sadece “düşünce” olduğunu hatırlayacak kadar kendimdeyim. Okuduğum şeyleri hatırlamaya çalışıyorum. Düşünceler dünyayı ve hayatımızı nasıl algıladığımızı yönetiyor. Apaçık ortada olan bir “olay” bile aslında onu nasıl algıladığımız, yani o olay “hakkında nasıl düşündüğümüz” ile ilgili. Belli bir anlayış seviyesine ulaşmış insanların olaylardan çok da etkilenmemesinin nedeni aslında bu. Düşüncelerinin etkisinden kurtulabiliyor ya da onları değiştirerek bakış açısını farklı bir noktaya konumlandırıp rahat nefes alabiliyorlar.

Şu saydığım şeylerin tamamı benim düşündüklerim. Hepsi bu. Değişmez hakikatler değil. Üstelik daha kötüsü ile karşılaşsam belki iş yerimden bu kadar şikayetçi olmazdım. Benimle aynı şeyleri yaşayan/yaşayacak biri bu tepki yerine amaaan iyi be işte idare ediyoruz rahatlığında olur muydu? Evet neden olmasın.

Ya da belki durumu ters çevirip bakmak gerek: Buradan “kurtulmak” istediğimi bu kadar haykırırken aslında içten içe başka şeyler düşünüyor olabilir miyim? Minicik de olsa bir bocalama içinde olabilir miyim? Aslında gerçekten “niyet” etmediğim için kısmetimi ara(ya)mıyor, kısmetim beni bul(a)muyor olabilir mi?

Olabilir. Bal gibi olabilir.

Para konusuna bu kadar takılmam, uzayan taşınma işleri yüzünden maddi anlamda sıkışmamızın getirdiği bir patlama. Bunu görmemem mümkün değil. Bir taraftan da tam manevi değerlere doğru çekildiğimi hissettiğim, ruhumu ferahlattığım bir dönemde kendi nefsimle sınanıyor olabilir miyim? Bence olabilirim. Bunu yazarken bile içimden gür bir ses “Ama bu gerçek! Hayat şartları ortada! Bunu sen uydurmuyorsun!” diye bağırıyor. Bu kadar çok bağırdığına göre sınanmakla ilgili tespitim doğru. Çünkü “Sen çalış çabala, rızkının peşine düş, elinden geleni yaptıktan sonra eline geçen olması gerekendir, sana yetecektir” diyen ses de benim içimde ve aslında inanmak istediğim şey bu. Hem bir kere hayat bu kadar aritmetik bir şey değil, hele bir teslim ol bakalım, hangi denklemler bir araya gelecek de o zamanki şartlarını belirleyecek… Hangi okuldaki hangi öğretmen çocuğunun kalbine dokunacak biliyor musun? Ya da çok para kazandığın ve (Allah korusun) paranı sağlığını geri getirmek için kullanmak zorunda kalacağın bir duruma düşmeyeceğini garanti edebilir misin? Edemiyorsan o zaman gerçekten bunalmaya gerek yok. İlk önce gerçekten niyet et, ya nasip de, gerisini sonra düşün.
İnsanız, yalnız kalmak fikri insanı üzüyor. Bütün gerçek hayatın aslında kendi çekirdek ailen içinde yaşandığını bilsen de etrafında daha fazlası olsun isteyebiliyorsun. Annemlerin bir süre sonra taşınacaklarını düşünmek bile beni şu an o yalnızlık duygusunun ortasına itti, farkındayım. Hepsi birikince işler birbirine karıştı. Hâlbuki üniversiteden ve alıştığım o çevreden ayrılırken aklımdaki tek şey kadro konusu değil, orada kendi bölümüm içerisinde yaşadığım huzursuzluktu. Resme uymayan bir yapboz parçası gibi eğreti durmaktı. Bu sorun zamanla çözülür müydü? Belki… Bu sefer de burada öğrendiğim ve sık sık üniversite ortamında bu tecrübeyi asla elde edemezdim dediğim şeyler hayatımda olmazdı. Markette çikolata alırken bile diğer seçenekten vazgeçtiğimiz düşünülürse, büyük ya da küçük hiçbir geçmiş karar için bu kadar kıvranmaya değmeyeceği ortada…

Şimdi bunları böyle yazınca rahatlamak harika… Bir de o duyguyu sürdürme kısmı var. Aslında hem çok zor, hem çok kolay. Kendine; yanlışın, karanlığın, çaresiz bırakıcı düşüncelerin, adına daha ne dersen işte, seni aşağı çeken şeylerin içinde hızla yükseldiğini, içinde hızla yükselene değil sakin sakin mırıldanan o duru sese kulak vermek gerektiğini hatırlatmak gerek. Benim bildiğim tek yol bu.





3 Aralık 2018 Pazartesi

Sensin alerji...

Neredeyse 1 ay olmuş!

Aslında "yazmadım, ne zamandır yazmadım, tüh yazmadım" diye bir sıkıntı var içimde fakat içimdeki tiktaklara da sümük bulaştığından olsa gerek, fark edememişim  geçen zamanı.

Son üç hafta içinde basit bir nezleyle başlayan ve şiddetlenerek "nefes alamıyoruuuuuuuuummmmm" isyanına giden bir durum yaşadım. Yavruyla aynı gün nezle olduk. Ertesi gün ben berbat haldeydim. Önce aile hekimliğine sonra da kbb uzmanına ( bu sadece tesadüf, çünkü randevuyu 10 gün önce almıştım) gittim. İkisi de nezle var ama asıl sorun alerji dediler (zaten önceden aldığım randevunun nedeni de alerjinin verdiği sinyallerdi) ve alakasız ilaçlar verdiler. Kullandım, yavru 2 gün sonunda toplanmıştı ben giderek kötüleştim. Bir gün iş yerinde dayanamadım kurum doktoruna gittim ve sinuzit olduğumu söyleyip senelerdir kullanmadığım o lanet antibiyotiği yapıştırdı reçeteye...

İlacı oflaya poflaya kullandım çünkü başımdaki ağrı çekilmez hale gelmişti, nefes alamaz olmuştum ve burnumu sargı beziyle tıkamama az kalmıştı.

Peki antibiyotiğin sonuna yaklaşınca ne oldu? 

Hiç.

Bu kez yakın bir arkadaşımın oğlunu tedavi eden, uzmanlığı alerji olan bir kbb uzmanına gittim. Tabii ki bir özel hastanede... Tabii ki devlet hastanesindeki kbb uzmanının burnuma bakmak için kullandığı makas kılıklı komik alet yerine kulağıma, burnuma, genzime ve boğazıma bir kamerayla baktı. Tabii ki adam gibi bakınca olayın gerçek boyutu anlaşıldı..!


Utanmasa böyle kalacaktı devlet hastanesindeki...

Özetlemek gerekirse alerji yüzünden kafamdaki tüm boşluklar dolmuş. Alerjik astıma doğru gidiyormuşum ve antibiyotiği de boşa kullanmışım.  Bir de sol tarafta burun eğriliği varmış ama zayıf olduğum için nefes kalitemi çok etkilemiyormuş gerekirse ileride ufak bir ameliyatla düzeltilebilirmiş. Nasıl? Süper di mi? Bana ilk verilen alerji ilaçlarını duyunca gözlerini devirdi ve yenilerini yazarak 1 ay sonra görüşmek üzere beni uğurladı.

Buradan konuyu 4 noktaya bağlamak istiyorum; 

-Kendinizde bir acayiplik hissediyorsanız doktora gidin. 
-Gittiğiniz doktor konusunun uzmanı olsun.
-Devlet size paranız yoksa sürünün diyor, benim yoktu bu aralar, epey bir sürünüp sonunda başlarım böyle işe diyerek kredi kartına davrandım ve ancak sonuç aldım. Mümkünse özele gidin.
-Doktordan döndükten sonra günlerce ben böyle sistemin içine de dışına da... diye sövüp günaha girmeyin.

Bir ay sonra yazdığım bu iç rahatlatma yazısı ne işe yarayacak bilmiyorum ama elimdeki telefona başımı eğerek yazı yazmak çok güzel.

Ayrıca yaşasın nefes alabilmek!

7 Kasım 2018 Çarşamba

Çare Pinterest (Değil)

Taşınma vakti yaklaştı. (Yani inşallah yaklaşmıştır. İçimden bi’ ses kış ortasına kadar bizi oyalayacaklar diyor ama evrene güzel düşünceler yollamayı tercih ediyorum, misal; “ ay ne güzel yaa, her şey yolunda gidecek mis gibi taşınacağız evimize, çok heyecanlıyız, çok güzel olacak…” gibi. Umarım evren parantez için parantezleri okumuyordur çünkü aç parantez; firma yetkilisinin verdikleri tarihlere zerre kadar güvenmiyorum – şimdi o parantezi sımsıkı kapa.)

Ne diyordum? “Taşınma vakti” yaklaştıkça üstümdeki umursamaz hali atıp “minnak” yuvamızı nasıl güzelleştirebiliriz araştırmalarına başladım. Seneler önce müptelası olup sonra da bunalıp ayrıldığım Pinterest’i yeniden açma gafletine düştüm. O da yetmedi, kocaman bir duvar saati almak hevesiyle Mudo Home sayfasına baktım. Şu görseli ve altındaki rakamı okuyunca bana böyle soldan soldan bi’ geldiler;


Yeni evimiz şu anda oturduğumuza kıyasla küçücük. Yemek masamız ve konsol salona sığmayacak diye letgo’da yok pahasına sattık (İlk başta satalım diye tutturan ben olduğum halde adam gelip eşyaları alınca sen bir üzül, bir üzül. Allahımmm, mala mülke ne çok bağlanıyor insanoğlu! Hani önemli değil diyordun diye kendime çattım bir müddet. Tabii neticede o kocaman eşyalar gitti diye yine de rahatladım). Bu arada söylemeden edemeyeceğim, şu an fark ediyorum da evleneceğimiz vakit eşyaları alırken tek düşündüğüm mobilyaların kaliteli bir ahşaptan yapılması ve çok sade olmasıydı. O zamanlar bile pembik gelin değildim -hiç olmadım- fakat anlaşılan azıcık “saf”mışım: İlki bu iki kriterin bize ne kadar pahalıya patlayacağını öngöremediğim, ikincisi de nesnelerin uzayda kapladığı yer ile ilgili algımı tamamen kaybederek ceviz kaplama (tam istediğim gibi), sade (modası uzun yıllar geçmeyecek Retro bir modeldi) fakat DEV eşyaları alıp çıktığım için. Neyse, sağolsun kocam da ayrı bir oturma odası yapmayacaksak salon koltukları rahat olsun diyerek diğer bir dev ekibi, yani salon koltuklarımız beğendi ve böylece şu anki 35 metrekare salona eh işte sığan takımı tamamladık. Şimdi elimizdekilere bakıp bakıp üst üste mi koysak, çapraz mı sıralasak diye düşünmekle meşgulüz.
Ay yine dağıtmışım, konuya dönersek; kafamı bunlardan arındırıp eve küçük dokunuşlar yapayım, az eşya olayını iyice içselleştireyim, küçük ama göz alıcı detaylar oluşturayım diye kendimi Piterest’ lere verdiğimi anlatıyordum. Hah işte, o noktada da karşımda 2 engel var. Birincisi yine işlerin parasal pulsal boyutları, bakınız bir örnek daha:

İkincisi de ya benim gerçekten zevksiz olmam ya da elimde 2.5 yaş canavarı ile evi insani yaşanılır koşullarda tutmak için ortada duran herşeyi bir sepete koyup camdan atmamak adına uğraşırken bu kadar renk, desen, öte beriyi asla evde istememem. Örneğin;

Durun bir şey daha var, ilham almayı bilmiyor da olabilirim. Şu fotolara bakayım ben de böyle bir balkon/salon/çocuk odası yapayım diye ne zaman düşünsem içimde aşırı bir direnç oluşuyor. Aynısını yapmak istemiyorum. E farklı bir kombinasyona git desem bahanem hazır; beğendiklerim ya çok pahalı, ya çok dağınıklık olacak ya da ne yaparsam yapayım çok basmakalıp görünecek. Aynı şeyler birbirini tekrar ediyor, tavuk – yumurta sorunsalına dönüşüyor görüldüğü üzere.

Bir diğer sorunum da, eldeki değerlendirme fikrine aşırı kafayı taktığım ve saatlerce boyanarak dönüştürülmüş küçük mobilyalara baktığım için hiçbir şey almayı istememem. Elime rengarenk boyalar alıp herşeyleri boyayasım var. Aslında kotarırım da, elim yatkındır kendin yap olaylarına. Sorun şu ki biraz sabırsızım ve daha önemlisi eve mevcut eşyalarla girmeden neyin eksik neyin fazla, nelerin uyumsuz nelerin ahenkli olduğunu anlayamıyorum... Galiba önce eve kendimizi atmamız gerek!

Bu kadar laftan sonra kendimi “önce bir eve yerleşelim, ondan sonra bakarız” noktasına ikna etmiş olmam da acı verici. Keza kocam olacak adam bunu 3 aydır falan söylüyor, ben de gözlerimi kaçırmak ya da cıkcıklamak suretiyle aynı düşüncede olmadığımı belli ediyordum.

Neyse, belki gizli bir yardımsever evin tüm dekorasyon işlerini üstlenir de kurtulurum.


Not: o kişi sen değilsin kocacım, 90’lardan kalma sedir döşeli kafelere döndürmeni istemiyorum evi.
Öpücükler.



25 Ekim 2018 Perşembe

Aynalama beni, aynalarım seni!

Kaç gündür yazmaya başlayıp siliyorum, başlayıp siliyorum… Ay yok, yooook, önemli bir haber falan vereceğimden değil. Konuya öyle bir giriş yaptım sanki. Sadece can sıkıntısını atmak için yazmak istiyor, yazacaklarımı çok yavan bulup vazgeçiyorum.
Geçen bir şey okudum, “en yakınınızdaki -yani en çok vakit geçirdiğiniz- 5 kişi neyse siz de o oluyorsunuz…” diyordu. Ayna nöron meselesi ile açıklamışlar durumu.
Okuyunca ağzımdan bir “AMANIN YANDIK!” çıktı.
Şu banal resmi de koyayım dedim...
Çalışan bir insan olarak en çok vakit geçirdiğim insanlar mecburen iş yerindekiler. 2 yakın arkadaşım var, biri yaşça büyük bizden; görmüş geçirmiş ve memleketin hallerinden, süregiden haksızlıktan, tek başına bir ergen büyütmekten yılmış durumda. O güçlü kadını bile içten içten yemişler. Diğeri benim yavrudan biraz küçük bir oğlu olan neşeli bir arkadaşım ama onun da bu aralar ailedeki büyük hastalıklar nedeniyle canı çok sıkkın. İkisi de her konudan konuşabileceğin “güncel” insanlar, örnek aldığım bir sürü yönleri var. Fakat kendi aramızda sürekli iş konuşmaktan kurtulamıyor ve olanlara söylendikçe birbirimizi hepten dibe çekiyoruz. Anlayacağın o nöronlar şu an hınç dolu, gergin ve morali bozuk.

İşte böyle böyle aktarıyoruz bütün karamsarlığımızı...

Bir arkadaşım daha var, aynı birimde birlikte çalışıyoruz. Genel olarak “gamsız” tabir edeceğim bu kadını da işler yüzünden her sabah delirmiş bir vaziyette buluyor, akşama kadar birlikte hem şikâyet ediyor hem de deli gibi çalışıyoruz. Nöronların tek duyduğu “off pofff”.
Bir de baş deli var, nöronlarımı ondan köşe bucak saklıyorum. Maazallah mahallenin manyağı olmaya henüz hazır değilim. Zaten ağzını açıp konuşmaya başladığı an -otomatik olarak- gözlerimi devirmek istiyorum. Evdeki 2,5 yaşındaki arkadaşımız sinir krizi geçirirken uyguladığım nefes tekniklerini falan uyguluyorum bazen kendime, ağzımdan bir laf çıkmasın diye… Aynı ona yaptığım gibi kelimeleri tek tek seçerek ve üzerinde düşünerek kullanıyorum. Kısa açık ve net cümleler kurarak anlamasını sağlamaya çalışıyorum ve buna “bu yaptığın yanlış” diyemediğim için nazikçe manipüle etmek suretiyle doğru yola yönlendirmeye uğraşıyorum. Aralarında 50 yaş olan iki insana aynı muameleyi gösteriyor olmak aşırı komik ve aynı zamanda sinir bozucu geliyor.
Gelelim yavruya. “nöronlar sana kurban olsuuun aşkitooooommmm” diye bağrıma basasım geliyor. Çok mu Kezban? Valla Kezban da kurban olsun o zaman! Bi’ kere –küçük- adamın vizyonu ve misyonu var, hayatını o doğrultuda yaşıyor. Hayata neşeli bakıyor; sulu boya yaptığı bardağı yere devirince “Aman!” dedikten hemen sonra, “Olsun… Temizleeelim mi annesi? Tekrar boya yapar mıyız?” diyor ve olayı dramatikleştirmiyor.
Envaı çeşit topla gol atma denemeleri yapıyor ve bu sırada tezahürat istiyorsa açıkça “annesi sevin hadi, aferin de!” diyor. İhtiyaç duyduğu motivasyonu söke söke alıyor.
Sabah yataktan kalkarken o günkü hedeflerini sıralıyor. “Sarı c(j)ipim nerde? Onunla oynaacam. Annesi, bugün bana ballı ekmek yap. Ben de sana sürpriz yapıcam, sürpriz cızır yumurta (yani omlet) tamam mı? (Bu arada bana yumurtayı kaktırıp kendisi bal yemek istediğini de belirtmiş oldu, fark ettiniz mi?). Sonra da bugün kuşlu parka gidelim, simit veririz çok severler (eminim simit de sadece kuşlar için, hıhı).” .
Adam istediklerini yapıyor, istemediklerimi şiddetle (ay gerçekten şiddetle!) reddediyor, sürekli eğlence peşine düşüyor, oynamaktan yorgun düşerse “Bana kuru dut, üzüm, ceviz, badem getirir misin annesi? Büyük tabağa koy” diye siparişini verip koltuğa kuruluyor. Eğer beyefendi hazretlerine “bir dakika, bekle, dur oğlum” gibi cümleleri sadece birkaç desibel yüksek söylersek “ama özür dilemiştin, kızmasana bana” diyerek kapağı yerli yerine oturtuyor ve “geçen gün nereden de özür diledim sıpadan” diye pişman olmanı sağlıyor. Yine de günün sorunda sımsıkı sarılıp “seni çok seviyorum anne/baba, çok komiksin sen” cümlesiyle kanatlandırıyor. Eriyip akınca mallaşıyor, o gün yaşanan ne tatsızlık varsa unutuyorsun.
Hal böyle olunca geri kalan o 4 kişinin yanından kaçmak, konuştuklarında kulaklarımı tıkayarak “tralaaalalaalalala” diye bağırmak ve sadece yavrudan geleceklerle hayatı mutlu yaşamak istiyorum. Nöronsan nöronluğunu bil, onu aynala, onu kopyala, beni rahatlat diyesim geliyor.


16 Ekim 2018 Salı

Marketten aldığın kağıdı fiş diyerek geçme tanı!

Aşırı sinirliyim dünden beri. Biri bana, bebek bezi, su, ıslak mendil, deterjan ve peçeteden oluşan bir alışverişin nasıl 154 lira tuttuğunu açıklayabilir mi?




Daha anlaşılır olsun diye detayıyla yazıyorum; küçük pakette 2 adet bebek bezi (hani dev kutulardan falan sanılmasın), 3 tane (kutu değil, adet) ıslak mendil, 1 tane en ucuzundan toz deterjan ve 1 tane peçete. Gerisi de su, bildiğin su. Ankara denen yerde çay ve çorba için bile hazır su kullanmak zorundasın çünkü. Şebekesine ne karıştığı belli olmayan su yüzünden dönem dönem aciller dolup taşıyor, kimse bunu konuşmuyor tabii… Neyse sonuç olarak; hiçbir şey yemesek içmesek sadece haftalık şu alışverişi yapsak 600 liradan fazla tutuyor. 
Başka da bir şey demiyorum.


11 Ekim 2018 Perşembe

Yine bana analiz yine bana hüsran var

3 gündür bir çalıştaydayım. Yaklaşık 4 yıldır süren bir GEF projesinin ilk denemede başarısız olmuş bir faaliyeti için bir aradayız. Katılımcılık çok önemli diyerek bütün paydaşları (yani herkesi) çağırdık. İyi halt ettik...

                            Evet evet sonuç bu oldu...

Kurumlarda bir kaç odak noktamız var. Bu kişiler (memleketin hali sağolsun) ha bire değişen yönetici ve diğer teknik elemanların aksine uzun süredir konunun içindeler. Bir de uluslar arası bir kuruluşun Roma merkez ofisinden gelen 2 uzman var.

Tablo şu:

Bu sevimli mi sevimli uzmanlar ( biri benim yaşlarımda genç bir Fransız kadın, biri de orta yaşlı tombul ve neşeli bir İtalyan) proje kapsamında uygulamayı önerdikleri yaklaşımı heyecanla aktarıyor. Bunu dünyanın çeşitli ülkelerinde uyguladık, başarılı olduk, şöyle yenilikçi, böyle katılımcı, aman da aman pek sürdürülebilir...

Bizim teknik ekip ise durmaksızın biz bunu zaten biliyoruz diyerek burun büküyor. Biz bakanlık olarak bunu 1960'lardan beri uyguluyoruz, şunlara bak 80'lerin sonumda akıl etmişler pehhh! Amerika'yı yeniden keşfediyoruz gibi havalara bak, ne sanki bu...

Kurumumuzda danışman olarak çalışan bir profesörümüz sürekli uzmanların çizdiği çerçeveden çıkarak konuyu kendisi yönetmeye kalkıyor ya da uygulanmaya çalışılan pratiği yok sayarak (bence kesinlikle kafası basmadığı için) başka şeyler yumurtluyor.

Arazi çalışması yapılıyor, bizimkiler yayılıp muhabbet etme havasında...

İki saat güzel giden grup çalışmasından sonra illa ki biri çıkıp bizim bu yaklaşıma ihtiyacımız var mı mealinde ortaya üfürüyor.

3. gün artık dayanamayan uzmanın birini proje koordinatörümüze patlarken yakalıyorum. "İnsanlar istemiyorsa biz neden geldik?" diye soruyor. Ortalığı yatıştırıyorum.

Bugün öğlen yemek sırasında bir toplantı yapmaya karar veriyoruz çekirdek bir grupla, nasıl ilerleyeceğiz konuşmak için. Odak noktası dediğim adamlar çalıştay öncesi toplantıda söyledikleri şeylerin arkasında durmuyor. Az sonra anlaşılıyor ki hala bir kavram kargaşası var. Bu ne demek, odaklar daha konunun özüne odaklanamamış.

Öğleden sonra oturum devam ediyor. Biri o anki çalışma konusundan bağımsız olarak konuşmaya başlıyor. 2015 yılında yapılan bir toplantıdan söz edip lafı şuna getiriyor: Bizim bakanlık zaten bu işi yapıyordu, proje parasını verseydiniz bize, zaten uyguluyorduk bunu orada harcardık. Kafanıza göre plan yapıyorsunuz.......

Proje koordinatörü çığlık atıp kaçacak durumda, uzmanların yüzü düşüyor.

Şimdi oturdum şu soruları analiz etmeye çalışıyorum:

1. Her moku çok iyi biliyoruz özgüveni bize nereden geldi? O yüzden mi dünyaya mal olmuş bir yaklaşımımız yok? O yüzden mi GEF ten hala para alarak bu beğenmediğimiz projeleri yapmaya çalışıyoruz? Siz ne bileceksiniz ben kitabını yazarım havası tam bizim dolmuşçu ruhu değil mi?


Bahsettiğim kafa bu kafa işte... Üstelik salondakiler okumuş arabeskçiler ve hepsinden fenalar...

2. Bazı şeyleri anlamamak ya da anlamamak için diretmek konusunda hiçbir konuda olmadığımız kadar ısrarcı olmayı nasıl başarıyoruz? Bir proje konsepti 4 yılda ne kadar anlatılabilirse o kadar anlattık. Benim anladığımı sen nasıl anlamıyorsun? Aşağı yukarı aynı okullardan mezunuz, dahi falan değilim o kesin yani, demek ki başka şeyler anlayışın önüne geçiyor dostum nedennn neden o bariyerleri kaldırmıyorsun?

3. Söylediğin sözün nereye gideceğini hesap etmeden konuşmak konusunda neden bu kadar rahatız? Yani şu kadar insanın arasında birilerini suçlayacak ya da zor duruma düşürecek bir şeyler söylüyor olmaktan neden gocunmuyoruz?

Hepsini bir oradan bir buradan çekiyorum kafamda, hepsi inanılmaz bir cahillikle ilgili diye karar veriyorum en sonunda...

Milletçe hastalığımız; ne kadar az bildiğimizi bilmemek ya da kabul etmemek. Geçen bir arkadaşım anlatmıştı bu durum bir sendrom olarak tanımlanmış. İşte tam bundan muzdaribiz. Ama elbette teşhisi de kabul etmiyoruz!

Not: Nefret top6 listemde bu gruba yer vermişim zaten. 3 gün boyu bunlardan bir salon dolusuna maruz kalmak çok acı verici ama!

28 Eylül 2018 Cuma

Koşturmaca değil gayret gerek...

İnsanın etrafında gayreti bol kişiler olması çok büyük bir şans bence. Her şeyin üstesinden geldiği yetmezmiş gibi, yaptığı her işi keyifle yapan, o işi yaparken mutlu olunacak ve hatta hayran kalınacak detaylar bulan insanlar… “Her şeye yetişmek”le farkı bu zaten; hayatı iştahla yaşadığını belli eder bir hal tavır içerisinde olmaktan bahsediyorum ben gayretli insanı tanımlarken. Ev işinden, yemek hazırlamaktan, hasta olup koltukta uyuyakalmaktan, hepimiz gibi dalgınlıkla yaptığı yanlışlıklardan, spordan, bahçe işleriyle uğraşmaktan, bazı şeyleri bir türlü becerememekten hiç gocunmayan, aksine bunları da tadını çıkarılacak anlara dönüştüren insanlar… Ah ne güzel!
Her işe Süpermen gibi koşturan kadın –ve hadi ayıp olmasın erkeklerle- dolu etrafım. Annem, ben, yakın arkadaşlarım. Ama işte bak koşturmak kısmı var ya, işin tüm tadını kaçırıyor…
Hadi kendimden örnek vererek açıklayayım; evi düzenli tutmak, yavruyla tüm dikkat ve ilgimi toplayarak oynamaya çalışmak, sağlıklı yemekler bulmak ve hazırlamak için didinmek, iş yerinde her görevi layıkıyla yapıp teslim etmek, listeler hazırlayarak yapılacakları, ihtiyaçları, işleri kovalamak, doktora tezim için zaman yaratmaya uğraşmak, her boş bulduğum anda yeni bir konuyla ilgili bilimsel makaleler okumaya çalışmak… gibi bir sürü şey yapıyorum. Bunlar gayret midir? Evet belki, kısmen.
Hayatı gayret içinde yaşayan insanda birçok iş yapmanın dışında bir şeyler var. Babamın teyzesinin eşi vardı, rahmetlinin gür sesi, çember sakalı ve her olumsuzluğa “olsun yahu, olsun!” deyişi sık sık aklıma gelir. 70 yaşını geçmişken hiç ama hiç dinlenmeksizin çalışması, işi yoksa bile bir iş bulması, toprakla uğraşmaktan aldığı keyif, ayak üstü ve insanı sıkmadan anlattığı kıssadan hisse hikâyeler… Hep gördüğümüz “hoca” tayfasının dışında sergilediği o yaşama aşkı. Sürekli diğer dünyayı anarken bu kadar “burada” olması…
Bunun bir diğer örneği de dedem. Sürekli gülen yüzü, yolda yürürken şapkasını sık sık çıkararak gelen geçeni -tanısın tanımasın fark etmez-selamlaması, 7 yaşından beri çiftçilik yapan kendisi değilmişçesine bahçe işleriyle uğraşırken gördüğü bir böceğe hayretle sevinmesi, hızlı yağan yağmuru, açan güneşi, daldaki kayısıyı, neşeli bir insanı anlatırken heyecanla cümlenin başına “Aman yarabbi! Aman yarabbi!” ünlemini ekleyivermesi… Yaşlı genç herkesle oturup muhabbet etmesi, yaz kış ayırt etmeksizin sabah namazı dâhil bütün namazlar için camiye koşarken, günde en az 3 kere de haberleri izlemeyi ihmal etmemesi. Sofra kurulurken “dede gibi” köşede oturup hizmet beklemek yerine, “en azından ekmekleri götüreyim” deyip bir işin ucundan tutması, kimseden bir şey istemeden kendi işini halletmesi…
Bakınca ortak noktaları o gayretin içini maneviyatla da doldurabilmeleri değil mi… Aslında zor, çok zor hayatları olmuş. Ama hiç şikâyet yok, çalışma, tevekkül ve bir teslim olma var. Teslim oldum diye de bu dünyayı bırakma yok! Gayret var!
İster Yaratana, ister kozmik güce evrene, istersen başka bir şeye de… Hissedilen o bağ sayesinde her an hayret ve gayret içinde olmak. Ahh nasıl, nasıl, nasıl özeniyorum anlatamam!
Bazen bütün çabalarımız kuru gürültü gibi geliyor onları düşününce.
Hayatı daha dolu yaşamak ve hissetmek için bütün reçete arayışlarımız komik geliyor.
Neresi eksik diye sık sık düşünüyorum hissettiğim tatmin yaşadığım yorgunlukla örtüşmeyince… Galiba olaya biraz da buradan bakmak gerekiyor. En azından benim içimden böyle geliyor.

18 Eylül 2018 Salı

Bi ... (yavru?) yaptım, hayatım değişti!

Değişmeyeceğini sanmıştım biliyo musun?
Hayatta düştüğün en büyük yanılsama ne deseler cevabım bu olurdu. “Yok beee çok da şey olmayacak…” derdim kesin yavru gelmeden ve ben orman kanunlarıyla tanışmadan önce…



Tam da şöyle salak havalarda söylerdim üstelik...
İronik olansa; ben hiçbir zaman çocuk aşığı olmadım, bu sorumluluktan son ana kadar kaçtım ve kendimi bildiğim için “niye olmasın” diye düşünür düşünmez harekete geçtim. Gerçekten o hissi kaybetsem tamamen vazgeçebilirdim. Neyse, çocuğun hayatımı değiştireceğini bu kadar bilir ve bundan bu kadar korkarken YİNE DE bir yanım “halledeceğime” inanmıştı. Yani bir hayat ne kadar değişebilirdi!
Sonuçta BEN yetiştirecektim. O da bir birey tabii, hıhııı (ama 18 yaşında falanken), ama bebekken çok da “şey” (ney?!) olmazdı. Uykusuzluk falan oluyormuş ilk zamanlar ama katır yüküyle kitap okuduğum için uyku olayını ÇÖZERİM ( 2,5 yaştan bildiriyorum; dün gece tam 5 kez uyandı), üstelik kocam da YARDIMCI OLUR uyku konusunda (olmadı)… diye uzayan iç konuşmalarım vardı.
Çocuğu olan herkes mutlu görünüyordu, nadiren şikâyet ettikleri oluyor ama sen de yap mutlaka diye ısrar ediyorlardı. Herhalde bir bildikleri vardı. YAŞ geçiyordu ve kocam çocuk çocuk diye DELİ oluyordu. Israrla halledeceğimizi (sanki sadece zor bir proje ödevi seçip teslim etmekten bahsediyoruz) söylüyor, aşırı eğleneceğimizi iddia ediyor (akşamları boğuşarak oynamak ve kudurmak bu klasmana giriyorsa itirazım yok) ve bıyıklarından beklenmeyecek kadar PEMBİK hayaller kuruyordu.
Şimdi bu yazdıklarımı çürütmeye çalışmayacağım, bu konuyu ele alma nedenim başka. Kız kardeşim de artık bir yavru istiyor. Bu konuyu benimle paylaştığından beri sevinçten aklımı kaçırabilirim, daha ortada –gerçek anlamıyla- fol yok yumurta yokken hem de... (Davulun sesi hoş gelir dedikleri bu mu cidden?)! Hemen gidip organik pamuk tulum/zıbın reyonlarını boşaltmak, battaniye falan örmek (zincir bile çekemem) ve herkese bunu ilan etmek (yaşasın anonim blogculuk oynamak!) istiyorum.
Kardeşimse mide bulantısından, hamilelik sürecinden, doktorla uğraşmaktan falan korkuyor. Ahhh canııım, ne masum di mi?! Kafaya taktığı şeylere bak.
Kendisine böylece söyledim, “abla manyak mısın sen ne biçim ablasın?” dedi.
Valla şu an tam da “keşke benim de olsaydı” diyeceğim türden bir ablayım.
Ona şunu yazdım; hayatının sonsuza dek değişeceği fikrini düşün, bunu kabullenebilirsen ve hala cesaretini koruyorsan bu işe gir. Bunu idrakten sonra, bir de teslim olursan akışa, işte o zaman tadından yenmiyor. Ben yazınca güldü ama bu iş; imdb 9.8’lik korku filmi gibi bir şey, aşk kısmı ise 100 ayarında.
Haa tabii herkes aşk filmine bayılmak zorunda değil. Bu yüzden bilinçli bir tercih olarak çocuk yapmayan insanlara hayranım. Bu derece büyük bir karar alabildikleri ve kendilerini çok iyi tanıdıkları için.
İçinde bulunduğum hale baksana; bazen kendimce bilim kurgu gerektiren senaryolar yazıyorum: “Çocuklu hayatı gördün, bir şans daha verseler yine çocuk sahibi olur muydun?” “-Evet”.  “Yaa sen şimdi oğlanı tanıdığın için böyle diyorsun, o şansı verince her şey sıfırlanacak, zamanda bu olaylar silinecek, yaşananlar yaşanmamış olacak, onu hiç bilmeyeceksin. Yine soruyorum bak, çocuk ister miydin?” “-Evet”.
Gördüğünüz üzere bu tip bir manyaklık ortaya çıkıyor bir kez analık mevzuuna bulaşınca. Belki bu yüzden bu kadar güzel zaten. Zor ve güzel. Çok zor ve çok güzel. Aşırı zorlayıcı ve aşırı büyüleyici. Katsayılar olumsuz yönde artıyor bazen ama sevgi de yerinde saymıyor! Sevgi arttıkça sabır da otomatik yükleniyor.
Tarif etmesi güç. Çünkü “işte öyle bir şey” bu… Neden nasıl bilinmiyor.

12 Eylül 2018 Çarşamba

Pasif -agresif-uyuz edici

Bir pasif agresifle nasıl baş edersiniz?
Edemezsiniz dostlar edemezsiniz!
Böyle biriyle yaşıyorsanız engin psikoloji okumalarına gerek yok, bu iki kelimeyi ayrı ayrı bilmek bile bu tanımı yapmak için yeterli.
Pasif agresif insan şu şekil bir şey:

Asla tam anlamıyla mutlu edemezsiniz. Her şeyi tam yapsanız bile gider başka bir noktaya takılır ya da alınganlık gösterir.

Yanlışlıkla kırdıysanız asla tamir edemezsiniz. Resmen beklemistir kırmanızı, hatta yerini yapmıştır. Siz son hareketi yaptıktan sonra dilediği gibi küsmek ve trip atmakta serbesttir artık.

O bir kurbandır kendine acır içten içe, dıştan dışa ve durmaksızın!

Aklında gerçekten ne olduğunu asla doğrudan söylemediği için istediği şeyler çoğu zaman tam gerçekleşmez. Bu kez yine batar kurban rolünün içine. Halbuki net olmayı bir denese, ne kimse zihin okumaya çalışmak zorunda kalacak ne de o dolaylamaların dolaymalası ile istediklerini elde etmeye mecbur olacak...

Sürekli bir bastırma içinde olduğundan duygularının ne zaman ve nasıl irtaya çıkacağını, daha dogrusu hangi alakasız şeyde infilak ederek kendini ve sizi zorda bırakacağını bilemezsiniz...

Şimdi bunlar ve yazmayı içimin kaldırmadığı daha fazlası bir yakınınızda, çok yakınınızda varsa, mesela annenizde!... Geçmiş olsun.

Vicdan azabı ile öfke arasında mekik  dokumalar sizin işiniz, anlıyorum.

Mesela bunları yazarken bile üzülüyorum, o kadar desteği ve sevgisine karşılık bunları yazdım diye kendimi çok kötü hissediyorum. Bir yandan da aslında herkeste bunlardan bir parça olduğunu, bazı insanların biraz daha "böyle" olduğunu bilmek, tüm bu yazıyı öfke ile yazdığım için abarttığımın farkında olmak beni biraz rahatlatıyor.

Ha, bunu yüzüne söylüyor musun derseniz, hem de nasıl söylüyorum! İnsanı sadece kaşınla gözünle sinir krizine sokarsın sen diyorum mesela. Net olmamanın en çok kendine zarar verdiğini bıkmadan anlatıyorum. Net olmakla biriktirdiklerini bir anda patlamanın aynı şey olmadığını da söylüyorum...

Aslında içten içe en çok ona üzülüyorum.

Tatilden dönerken yavru hasta oldu (Eylülde her gün yazalım meydan okuması da böylece benim için yalan oldu). Çocuk el ayak ağız zıkkımına yakalanmış... Böyle şeyler kapmasın diye bir kez havuza sokmadığım hep denize götürdüğüm yavru bu... Neyse, yavrum ateşli, boğazım acıyor, ayaklarım kaşınıyor diye bağıra bağıra ağlıyor gece gündüz, uyumuyor, yemiyor ve hepsinden kötüsü bir damla su bile içmek istemiyor. Kucağımda "annneeee, annneeeee" diyerek dakikalarca ağlarken zaten aklımı kaçıracak oluyorum.

Gece bizde kalıp sabaha kadar yardımcı oldu, yavruyu salladı, sakinleştirdi, yemek yaptı, evi topladı. Bu kısım için nasıl şanslı ve minnettar hissediyorum anlatamam.

Bir yandan da tuhaf hareketler. Şu cinnetin içinde insanı uyuz etmeler. Alt yazısı sonra patladı. Çocuğa ilaç vermiyormuşum, biraz daha fazla içirseymişim şurubu, biz çok biliyormuşuz... Yahu çocuğu 2 farklı doktora götürdüm. Onlar ne diyorsa onu yapıyorum. Tedavisi falan yok bunu çekeceksiniz dediler. Şurup dediğim de kaşıntı için verilen bir şey. Uyku yapar demişti doktoru tabii ki benim uykusuz baykuş oğlumu sersemletmedi bile. Ben neye dayanarak ilaç dozu arttırayım. Çocuğa bakamıyorsunuz ayarı vermek nedir yahu?

Tatilde de bir sürü gerildik... Onları yazmaya takatim yok şu an. 3 gecedir toplasak 8 saat uyumadım.

Garip bir şekilde, ha bire uyanıyor diye dizimde salladığım ve yerine koyamadığım yavru üstümde, şu an bunları içimden dökmek istedim.


6 Eylül 2018 Perşembe

Çocuklu eylül tatili

Dün kardeşim beşyüzmilyonuncu "foto yollasanıza yeeaaa!" tacizinden sonra ( tabii ki foto dediği şeylerin hepsi yavruya ait, bizim olduğumuz bir kare görmek istediği falan yok) internet kotamı aşan gönderilerimden memnun olacak ki, "ee siz ne yapıyorsunuz? Çocuklu tatil nasıl?" diye sordu.

Niyeyse şaşırdım bir an. Aynı anda da bu soruya şaşırdığım için çok mutlu oldum. Hala geceleri uyanıp beni zombi gibi gezdirse de yavruyla birlikte tatile çıkmıştım ve hiç de şikayetçi değildim!

Doğduğu sene yaz tatili zamanlarinda 3-4 aylıktı ve değil tatil yapmak evden bile çıkamıyordum. Çünkü gündüz meme emmeyi reddeden ve açlıktan ağlayan, uyumayan, uyumadıkça delilenen bir yavru ve ne kadar berbat bir ruh halinde olduğunun tam farkında bile olmayan bir anne ikilisiydik biz.

Geçen yıl bahar sonunda herşey dahil kısa bir tatil yapmıştık ve ikincisine cesaret edememiştim. Her şey bir yana uçakla hemen varılan o yoldan sonra, oto koltuğunda 15 dakika bile oturtamadığımız çocukla yola çıkmak gözümde büyümüştü.

Bu yaz, evet 9 saat yolculuk biraz korkutucu gelmedi değil ama, her şey kendiliğinden oldu,uzun uzadıya düşünmedim bile tatil konusunda. Üstelik çok da keyif alıyorum. Şurada 10 dakika güneşleneyim dediğimde ya üstünden sular akarak "anneeeaaasiii hadi gelsene denizeee" diye üstüme atlıyor ya da tüm kumu yeni kremlediğim bacaklarıma ve karnıma sanat eseri yapmak için kullanıyor ama olsun. Beklentim 10 dakikacık olunca sorun olmuyor sanırım. Belki de beklentim sadece "birlikte" mutlu olmak olduğu için sahili boydan boya 3. kere koşarken hala gülüyorum...

Bu aralar hayır demeyi azalttı derken, kollarını çarpraz yapıp olmaaazzzz demeye başlayan ve bu da yetmemiş gibi her cümlesinin başına "off yaaa" ekleyerek herkesi dönüp bize bakmaya mecbur bırakan yavrumla gayet uyumluyum.

Kardeşime, "biliyorsun oğlan eziyetli bir çocuk değil, kendine has uyuzluklarını da idare ediyoruz o yüzden tatil güzel" diye özetledim. Hayalimdeki annesin yazmış, eh biraz da gururluyum.

Sonuç olarak çocuklu tatil güzel.
Yavrunun büyümesi mucizevi bir şey gibi beni büyülüyor.
Haa ama yine de, tatil ya da değil, hala gece deliksiz uyuyacağım günleri bekliyorum.

4 Eylül 2018 Salı

Eylül durmuyordu...

Sağdan soldan geliyorsun eylül ama hadi hayırlısı...

Bugün tatile doğru yola çıktık erkenden. Kervanla yola çıkıyor gibi hazırladığımız eşyaları taşırken koca belini fena incitti... Yolu yarıladık yavru yine oto koltuğunda kendini parçalıyor. Tam yana çekeceğiz kaldırdım aldım ki üstüme resmen kova dolusu kustu. Korkmasın diye hiç kıpırdamadan bekledim, donuma kadar battım hiç mesele değil de, boğazım acıyor beni kucağına al diye ağlayan yavruya inanmadım diye vicdanım kavruldu. Meğer asit boğazını yaktıkça öyle diyormuş anladım...

Neyse ki sağ salim vardık, şimdi ikisi de cok daha iyi şükürler olsun.

Önceden bu durumlarda, "neye çok heveslensem böyle oluyor!" diye deli olurdum. Son zamanlarda başka düşünmeye gayret ediyorum, her şeyin sebebi var, çok daha eminim. Belki bir gün tüm hayal kırıklıklarından arınmak da nasip olur...

Velhasıl, sağdan, soldan, ortadan... Nereden gelirse gelsin, her şeyin geldigi yeri hatırlamak önemli. Başarabilirim inşallah...

3 Eylül 2018 Pazartesi

Eylül...

Anneannem düşmüş dün, bileği çatlamış. Akşama doğru "ördekli parkta" aylak aylak dolaşırken kardeşimden gelen telefonla öğrendik. Annem panikledi, epey morali bozuldu. Benim ilk tepkim ohhh çok şükür kalça kırığı değil diye düşünmek oldu.

Bir yerde okumuştum yaşlılar düştükleri için kalça kırığı oluşmuyor, tam tersine kemikleri o kadar zayıflıyor ki bir hareketle o kemik kırılıyor ve yere düşüyorlar diyordu... Bilimselliği sorgulanır bu bilgi beni hep, kalça kırığı sonrası ayağa kalk(a)maz olan ve hayata küsüp yavaş yavaş buraları terk eden yaşlıların durumunu hatırlattığı için ürkütmüştü... İşte bu yüzden "bileğinde" dediler diye rahatladım.

Sonra da utandım biliyor musun?

Uzattığım tırnaklarımı ojesiz görürse beğenmeyen, düğünde bayramda şöyle iyice bir süslendiğimiz zamanlarda ruju kırmızı sürdünüz mü diye sorup inceleyen, göbeğini hoplatarak gülen, daha 24 yaşındaki yavrusunu toprağa verdiği halde hep Allah büyük diyen ve üzüntüsü ile dünya telaşını dengelemeyi başaran, çocukluğumun sığınılacak limanı, azmine ve sakinliğine hayran olduğum anneannem gidecek diye korktum, varsın kolu kırılsın diyebildim bu korkuyla...

Bencillik mi, çok sevgi mi bilmiyorum ama yürekten irkildim.

Eylül yazılarının ilki de bu sızılı yazı oldu...


27 Ağustos 2018 Pazartesi

Biliyorum ama şey'edemiyorum!

Bazen 100 senelik ilişkinizde tökezlediginizi hissediyor musunuz siz de (yazar bu soruyu  kendine sormaktansa hayali arkadaşlarına soruyor)? Ya da, yahu onlar "bile" bir orta yol buluyor da biz neden kedi köpek misali dalaşıyoruz aptalca şeyler için diye hayıflanıyor musunuz (daha arkası geliyor soruların!)? Dönüp dolaşıp aynı şeyler için tartışmalar çıkıyor ya da hiç tartışma olmasa bile gönül koymalar dağ gibi büyüyorsa, bunun nedenini çözememek ruhunuzu sıkıyor mu (sıkmıyorsa bravo!)? İlişkiler, duygusal tepkilerinizin arkasında yatanlar ve hayatı daha güzel yaşamakla ilgili okuduğunuz onca şeyden sonra, o tekrar eden sorunların ardındaki nedenleri az çok kestirdiğiniz halde, iş düzeltmeye gelince resmen mala dönüyor musunuz (ay nolur biri cevap versin)?

Ben dönüyorum! Resmen beyin tutulması yaşıyorum, ne yapmalıyım bilemiyorum ve dahası duygularım da donuyor, resmen içime kaçıyorum!

Farklı başlıklar altında sürekli aynı haberi yayınlayan gazeteler misali kendi kendini tekrarlayan bir konumuz var mesela; "Bana sormadın, fikrimi almadın" şeklindeki bir çıkışma ve bu cümleyle ifade edilmese de "sen beni önemsemiyor-sevmiyorsun ki" demeye gelen  sitemler. Koca kişisi bana bunu söyleyip duruyor.

Bazen hak veriyorum, kendi başıma iş yaptım diye aşırı vicdan yapıyorum, içten içe günlerce üzülüyorum. Bazen domuzlaşıyorum; sen de elini taşın altına soksan biraz sorumluluk alsan inisiyatif sende olurdu! diye çemkiriyorum. Bazen de bu muhabbetten o kadar sıkılıyorum ki, tamam hadi kavga edelim bitsin bu b.k için de tartışılır mı yaaa diye darlanıyorum. Yerine göre hepsi doğru ama işin içinden çıkamıyorum.


İşte sonra şunlardan bile daha suratsız halde saatler geçiriyoruz...

Şunun farkındayım, aslında hiçbiri görünen konuyla ilgili değil kavgalarımızın. Yani bir çorap ya da çocuğun bezi için tartışılmaz değil mi (değil miiiii?)? Olayın kökleri başka yerde.

Yine acayip tespit yumurtlayacağım ama benim anladığım şu; kocam olacak duygusal panda ihmal edilmekten çok korkuyor. İhmal edilmek ve görmezden gelinmek iç içe geçmiş durumda. Çok kalabalık bir ailenin son numaralarından biri. Anlıyorum, ilgi, sevgi ve dikkat belki beklediği dozda sunulmamış kendisine. İstediği kararları almasına imkan tanınmamış. O yüzden ödü kopuyor aynı duruma düşmekten. Bunları yavru doğduktan, hatta aslında 2 yaşına gelip de bireysellik için cıngar çıkarmaya başladıktan sonra daha iyi anladım. Onun 2 yaş krizi perdesi ardında sergilediği vahşi sahneler hepimizin ne kadar çok desteğe ve aynı zamanda da güç sahibi olmaya ihtiyaç duyduğumuzu anlamama yardım etti.

Tabii şimdi bunları anladım diye olayı çözebiliyor muyum? Hayır! Çünkü tıpkı kocamda olduğu gibi bende de tetiklenen şeyler var gergin anlarda. Harhangi bir konuda pasif kalınmasına ya da kararsızlığa tahammül edemiyorum -ki bunlar benim kocada bolca var. E her sorumluluk bendeyse, her bir haltı zaten ben planlıyorsam ben yapar geçerim diye düşünüyorum galiba. Bazen de gerçekten kendi iç konuşmalarımı ona da aktardım sanıyorum. Halbuki ona hiç söylememiş oluyorum (inşallah şizofren falan degilimdir). İşte böyle böyle delirmeler geliyor ilişkimize. Sen beni iplemiyorsun cümlesine takılıp kalıyoruz.

Yavru doğduğundan beri iyice alınganlık belirtileri sergileyen kocanın derdini yine ilgimin bölünmesine (evet çoğu yavruda) bağlıyorum elimde olmadan. Belki taraflı bakıyorumdur.

Ama ben de içten içe kurulmadan edemiyorum! Kafamın içi her daim çingene çadırı! Bazı sorumlulukları gerçekten istemiyorum. Çok yanlış biliyorum ama kendimi "Kocaman adam,  offf onu da kendi halletsin yaa" derken buluyorum sık sık. Böyle olunca da; gerçek eksenden çıkıp olayı başka yerlere yayıyorum galiba. Olay halledilecek işi aşıp bir umursamazlığa dönüşüyor farkında olmadan...

İşler bu halde sonuç olarak. Henüz gerçek bir mesafe alamadım çözmek için...

Neyse, en azından yazının sonunda 3 şey fark etmiş oldum:

- Özel mözel her şeyi ortaya döktüm!
-Hepimizin tetiklendiği ve şuursuz tepkiler verdiği konuların olduğunu gördüm, o noktalarda birbirimize biraz daha şefkatli yaklaşmak gerek, o zaman işler kolaylaşacak gibi...
-Sorumluluklar konusunu da gerekirse mal paylaşır gibi paylaşıp rahatlamak gerektiğini anladım.

Ay bir de, 3 sonuç demiştim 4 oldu ama bu yavrulardan öğrenecek ne çok şeyimiz var bir daha gördüm!





10 Ağustos 2018 Cuma

Bir zamanlar minik ama gururlu bir (yavru) adam vardı...

"2 yaş zıkkımı"nın her çocuktaki yansıması farklı diye düşünmeye başladım. YÜKSEK sesle ifade edilen "BEN, HAYIR, ISTEMİYORUM"lar, gölgemle mi KAVGA etsem ne yapsam diye yer aramalar, köyün eşeğini kıskandıracak bir perdeden icra edilen AĞLAMALAR ve yazılımı bozulmuş bilgisayar gibi verilen komutun TERSİNİ yapmalar ortak payda kabul edilebilir bence. Bir de bunun dışında yavrunun karakterine özgü cinslikler başlıyor bu yaşta.

Mesela bizimkisinde bir gurur var aman Allah! Daha gak guk dediği dönemlerde bile beyefendiye saygı duyalım, altını açarken bile söyleyelim anlatalım, her zaman birey olduğunu hatırlayalım diye kendimizi parçaladık. O da şu an eski filmlerden fırlamış bir tipmişcesine kendisine söylenen en ufak sözde dudaklarını titreterek ağlamaklı oluyor, "gidiyom ben" deyip arkasını dönüyor ve ayol cidden çıkıp gidiyor! Sonra gönlünü edene kadar uğraş dur...  
             Yeminle şöyle bi bakış atıyor sonrası zaten film sahnesi...

İnatlaşmalarımız da bu minvalde ilerliyor. Bir şeye takıyor ve artık o kadar çok "şey" e takıyor ki, ben daha o "şey"in ne olduğunu çözemeden işler kontrolden çıkıyor. Okuduğum güzel yaklaşımları uygulamaya çalışıyorum. Mesela "evet oğlum, çok sinirlendin... Kendini kötü hissediyorsun. Keşke kırmızı araban çantada olsaydı ne güzel oynardın" diye söylüyor, duygularını tanımlayarak onu rahatlatmaya çalışıyorum. Kitapta diyor ki, anlaşıldığını hissedeceği için yumuşayacak, duygularının tanımlanması  ve kabul edilmesi ona iyi hissettirecek... Gerçekten de bir an gözleri ışıldıyor... Ama sonra 1 saattir kırmızı arabasını çantaya koymayı unuttuk diye parkı tepemize yıkan çocuk " ben kırmızı araba sevmem annesi! Kırmızı araba istemiyorum!" diye bağırıp burnunu havaya dikerek öteki tarafa dönüyor. 

Okuduğum kitaplara, 2 yaşa ve kırmızı arabaya içimden nadide kelimelerle söverek tatlı tatlı konuşmaya devam ediyorum...

Aynı fasılın bir sinir bozucu versiyonu da uyku öncesi yaşanıyor. Doğdu doğalı kabusumuz olan uyku(suzluk) konusu tabii ki bu dönemde iyice coştu. Yaşını geçsin, gece emzirmesi bitsin, memeyi tamamen bıraksın, 2 yaşını doldursun.... o zaman iyi uyuyacak diye beklediğimiz yavrumuz inatla uyumuyorrrr uyumuyor! Yatırmak için giriştiğim zavallı çabalardan minik bir kesit:

- Oğlum bak! Uykucu tavşan (uyku arkadaşı örgü bir tavşancık) yatağa yatmış bile... Seni çok özlemiş, çok da uykusu gelmiş. Sana sarılıp yatmak istiyorum diyormuş...
-Hayır annesi öyle demiyor! Uykucu tavşanlar konusamaz annesi! Çünkü o bir tavşan! 
- Aaa evet doğru. Her zaman seninle uyuduğu için ben öyle düşünmüştüm.
- Ben uyumak istemiyorum. Sen bana uyu dedin annesi ben kamyonu vınn diye sürecektim ( dudaklar titrer)
- Kamyonu da vereyim yanına. Kamyonunu çok seviyorsun. Hala onunla oynamak istiyordun biliyorum. Uykun gelince kamyonla oynayamayacaksın diye üzüldün.
-İstemiyorum wwoooaaaaaooaaaaa
.....

Her türlü bilimsel destekli çabam bu şekilde neticeleniyor. Bir kaç kez daha fazla sabredemeyip "yeter artık ben de sinirleniyorum" diye sert çıktım. Ne mi oldu? O an için yatıştı sonra daha büyük bir karşı koyma ile anamdan emdiğimi burnumdan damlalar halinde getirdi...

Durum böyle olunca, yine ehhh bu da böyle bi çocuğumuz naaapalım deyip delirtici derecedeki sevimli taraflarına odaklanmaya çalışıyorum. Böylece çivi çiviyi söker mantığıyla; kaybettiğim akıl sağlığımın geri kalanını datlu anlarda coşarak ve "çokkk seviyooommm ulan seni minnaaaaaakkk" diye bağırarak harcıyorum. 

Geriye 3 (13? 23?....) yaşı umutla beklemek kalıyor.

3 Ağustos 2018 Cuma

Bu kez ne dilediğime dikkat ettim!

Günlerdir içimde bir sıkıntı ile tatlı heyecan boğuşuyor. Bir heyecan, bir sıkıntı galip geliyor. “okulun ilk günü karnı ağrıyan çocuk” sendromuna girdiğime göre sanırım sıkıntı ve korku daha baskın. Eh kolay değil, uçan kuşlara, martılara ve bankalara boyumdan büyük borcum var artık! Niye? Durduk durduk memleketin şu cafcaflı batış döneminde ev almaya kalkıştık!
Nasıl bir mantıkla bunu yaptık bilmiyorum, galiba mantığı falan yok… Bu şartlarda ev alamayacağımıza kanaat getirince bari 1+1 daire alalım, hem annemler yavruya baktıkları sürece içinde otursunlar böylece şu an oturdukları daire için ödediğimiz kiranın üstüne biraz kredi eklemiş ve yatırım yapmış oluruz dedik. Tabii ev aramaya başlayınca bu aşırı zekice fikrimiz elimizde patladı çünkü ya fiyatlar, ya tapu durumları, ya konumlar uyuşmadı… Derken öylesine ziyaret ettiğimiz bir firma ellerinde 1+1 olmadığını, 2+1 daireleri de bitirdiklerini, fakat uygun fiyata bir başka daireleri olduğunu söyledi. Örnek daireyi gezdik, sevdik.
“3+1 diyorlar ama olsa olsa 2,5+1 olur orası… Olsun, olsun çok sevimli. Ay ne güzelmiş, aamaaan ne olacak yeter bize……” falan derken bir baktım ki adamlardan fiyat alıyoruz. Ertesi gün ise kumbaradaki bozuklukları bile saymış, oradan borç, buradan harç bulmuş kapılarına dayanmışız… pazarlık, kavga kıyamet derken gerisini hatırlamıyorum..! Bugün üstüme dev bir konut kredisi tanımladılar, kafam sepet olmuş geziyorum. İnşallah bir aksilik çıkmazsa iki haftaya kalmaz tüm ıvır zıvırlar bitecek, sonbaharda da taşınacağız. Şaka gibi!
Evi almayı konuşmaya başladığımızdan beri kendimle dalga geçiyorum; evrenden ne istediğine dikkat et diye boşa uyarmadı seni kitaplar, vay sadeleştim vay sadeleşeceğim, aman eşyaları attım keşke hepsini atsam derken al bakalım! Kuş yuvası kadar ev! Sıkıysa sadeleşme!
Biraz temsili biraz gerçek!
Şimdi düşünüyorum da, oturduğumuz evi çok sevdiğim ve rahat ettiğim halde, son birkaç aydır iyice bunalmıştım. Bir türlü toplanmamasından, çok büyük olduğu için sadece bir hafta sonu temizliğinin saatler istemesinden, kendimize ait olmadığı için duvarına bir fotoğraf bir tablo asamamaktan sıkılmıştım. Küçük ve pratik olsun, sıcacık olsun, benim olsun diyordum içimden. Bu sefer de biraz fazla küçük oldu ama sağlık olsun! Bak insan ne tuhaf, isteyip de ayağına geleni bile kabul etmekte zorlanıyor. Şimdi bu durumu bir meydan okuma gibi değil de, bir fırsat gibi değerlendirmek gerek diye geçiriyorum içimden.
Bu durum az eşya, az harcama, az telaş, bol bereket, bol şükür, bol muhabbet için bir yoldur dilerim!
İsteklerimizle, çevremizde görünce sahip olmalı/yapmalı/almalıyız sandığımız şeylerle, kendi kendimizi ne kadar zorladığımızla ilgili düşünüp duruyorum bir haftadır.
Hakikaten bunu niye yapıyoruz?
Kendim istediğim, gidip talip olduğum ve birkaç yıl boyunca kazancımı oraya bağlamayı kendim göze aldığım halde neden daha işin başında acaba yeter mi bize diye düşünüyorum?
Neden yetmeyeceğini zannediyorum?
Evet, her şeyin bunca pahalı olması ve sırf bir ev almak uğruna insanın kazandığını dilediğince harcayamayacağını düşünmesi bir haksızlık. Fakat memlekette durum bu. Daha fazla deşmeye gerek var mı?
Bu kısım tamamsa, işte geriye az önce bahsettiğim o diğer konu kalıyor. “Yetmez” fikrini içimize sokan “dışarı”dan arınmak gerekiyor. Kendini, eşyayı, etrafı bu kadar önemsememek gerektiğini bir daha anlıyorum. Sağlıkta, afiyette olalım, huzurumuz, vaktimiz, kazancımız bereketli olsun, neşemiz etrafımıza saçılsın. Asıl bunlar çok olsun.
Kısaca ağzımızın tadı yerinde olsun. Başka neye ihtiyacımız var?