25 Ekim 2018 Perşembe

Aynalama beni, aynalarım seni!

Kaç gündür yazmaya başlayıp siliyorum, başlayıp siliyorum… Ay yok, yooook, önemli bir haber falan vereceğimden değil. Konuya öyle bir giriş yaptım sanki. Sadece can sıkıntısını atmak için yazmak istiyor, yazacaklarımı çok yavan bulup vazgeçiyorum.
Geçen bir şey okudum, “en yakınınızdaki -yani en çok vakit geçirdiğiniz- 5 kişi neyse siz de o oluyorsunuz…” diyordu. Ayna nöron meselesi ile açıklamışlar durumu.
Okuyunca ağzımdan bir “AMANIN YANDIK!” çıktı.
Şu banal resmi de koyayım dedim...
Çalışan bir insan olarak en çok vakit geçirdiğim insanlar mecburen iş yerindekiler. 2 yakın arkadaşım var, biri yaşça büyük bizden; görmüş geçirmiş ve memleketin hallerinden, süregiden haksızlıktan, tek başına bir ergen büyütmekten yılmış durumda. O güçlü kadını bile içten içten yemişler. Diğeri benim yavrudan biraz küçük bir oğlu olan neşeli bir arkadaşım ama onun da bu aralar ailedeki büyük hastalıklar nedeniyle canı çok sıkkın. İkisi de her konudan konuşabileceğin “güncel” insanlar, örnek aldığım bir sürü yönleri var. Fakat kendi aramızda sürekli iş konuşmaktan kurtulamıyor ve olanlara söylendikçe birbirimizi hepten dibe çekiyoruz. Anlayacağın o nöronlar şu an hınç dolu, gergin ve morali bozuk.

İşte böyle böyle aktarıyoruz bütün karamsarlığımızı...

Bir arkadaşım daha var, aynı birimde birlikte çalışıyoruz. Genel olarak “gamsız” tabir edeceğim bu kadını da işler yüzünden her sabah delirmiş bir vaziyette buluyor, akşama kadar birlikte hem şikâyet ediyor hem de deli gibi çalışıyoruz. Nöronların tek duyduğu “off pofff”.
Bir de baş deli var, nöronlarımı ondan köşe bucak saklıyorum. Maazallah mahallenin manyağı olmaya henüz hazır değilim. Zaten ağzını açıp konuşmaya başladığı an -otomatik olarak- gözlerimi devirmek istiyorum. Evdeki 2,5 yaşındaki arkadaşımız sinir krizi geçirirken uyguladığım nefes tekniklerini falan uyguluyorum bazen kendime, ağzımdan bir laf çıkmasın diye… Aynı ona yaptığım gibi kelimeleri tek tek seçerek ve üzerinde düşünerek kullanıyorum. Kısa açık ve net cümleler kurarak anlamasını sağlamaya çalışıyorum ve buna “bu yaptığın yanlış” diyemediğim için nazikçe manipüle etmek suretiyle doğru yola yönlendirmeye uğraşıyorum. Aralarında 50 yaş olan iki insana aynı muameleyi gösteriyor olmak aşırı komik ve aynı zamanda sinir bozucu geliyor.
Gelelim yavruya. “nöronlar sana kurban olsuuun aşkitooooommmm” diye bağrıma basasım geliyor. Çok mu Kezban? Valla Kezban da kurban olsun o zaman! Bi’ kere –küçük- adamın vizyonu ve misyonu var, hayatını o doğrultuda yaşıyor. Hayata neşeli bakıyor; sulu boya yaptığı bardağı yere devirince “Aman!” dedikten hemen sonra, “Olsun… Temizleeelim mi annesi? Tekrar boya yapar mıyız?” diyor ve olayı dramatikleştirmiyor.
Envaı çeşit topla gol atma denemeleri yapıyor ve bu sırada tezahürat istiyorsa açıkça “annesi sevin hadi, aferin de!” diyor. İhtiyaç duyduğu motivasyonu söke söke alıyor.
Sabah yataktan kalkarken o günkü hedeflerini sıralıyor. “Sarı c(j)ipim nerde? Onunla oynaacam. Annesi, bugün bana ballı ekmek yap. Ben de sana sürpriz yapıcam, sürpriz cızır yumurta (yani omlet) tamam mı? (Bu arada bana yumurtayı kaktırıp kendisi bal yemek istediğini de belirtmiş oldu, fark ettiniz mi?). Sonra da bugün kuşlu parka gidelim, simit veririz çok severler (eminim simit de sadece kuşlar için, hıhı).” .
Adam istediklerini yapıyor, istemediklerimi şiddetle (ay gerçekten şiddetle!) reddediyor, sürekli eğlence peşine düşüyor, oynamaktan yorgun düşerse “Bana kuru dut, üzüm, ceviz, badem getirir misin annesi? Büyük tabağa koy” diye siparişini verip koltuğa kuruluyor. Eğer beyefendi hazretlerine “bir dakika, bekle, dur oğlum” gibi cümleleri sadece birkaç desibel yüksek söylersek “ama özür dilemiştin, kızmasana bana” diyerek kapağı yerli yerine oturtuyor ve “geçen gün nereden de özür diledim sıpadan” diye pişman olmanı sağlıyor. Yine de günün sorunda sımsıkı sarılıp “seni çok seviyorum anne/baba, çok komiksin sen” cümlesiyle kanatlandırıyor. Eriyip akınca mallaşıyor, o gün yaşanan ne tatsızlık varsa unutuyorsun.
Hal böyle olunca geri kalan o 4 kişinin yanından kaçmak, konuştuklarında kulaklarımı tıkayarak “tralaaalalaalalala” diye bağırmak ve sadece yavrudan geleceklerle hayatı mutlu yaşamak istiyorum. Nöronsan nöronluğunu bil, onu aynala, onu kopyala, beni rahatlat diyesim geliyor.


16 Ekim 2018 Salı

Marketten aldığın kağıdı fiş diyerek geçme tanı!

Aşırı sinirliyim dünden beri. Biri bana, bebek bezi, su, ıslak mendil, deterjan ve peçeteden oluşan bir alışverişin nasıl 154 lira tuttuğunu açıklayabilir mi?




Daha anlaşılır olsun diye detayıyla yazıyorum; küçük pakette 2 adet bebek bezi (hani dev kutulardan falan sanılmasın), 3 tane (kutu değil, adet) ıslak mendil, 1 tane en ucuzundan toz deterjan ve 1 tane peçete. Gerisi de su, bildiğin su. Ankara denen yerde çay ve çorba için bile hazır su kullanmak zorundasın çünkü. Şebekesine ne karıştığı belli olmayan su yüzünden dönem dönem aciller dolup taşıyor, kimse bunu konuşmuyor tabii… Neyse sonuç olarak; hiçbir şey yemesek içmesek sadece haftalık şu alışverişi yapsak 600 liradan fazla tutuyor. 
Başka da bir şey demiyorum.


11 Ekim 2018 Perşembe

Yine bana analiz yine bana hüsran var

3 gündür bir çalıştaydayım. Yaklaşık 4 yıldır süren bir GEF projesinin ilk denemede başarısız olmuş bir faaliyeti için bir aradayız. Katılımcılık çok önemli diyerek bütün paydaşları (yani herkesi) çağırdık. İyi halt ettik...

                            Evet evet sonuç bu oldu...

Kurumlarda bir kaç odak noktamız var. Bu kişiler (memleketin hali sağolsun) ha bire değişen yönetici ve diğer teknik elemanların aksine uzun süredir konunun içindeler. Bir de uluslar arası bir kuruluşun Roma merkez ofisinden gelen 2 uzman var.

Tablo şu:

Bu sevimli mi sevimli uzmanlar ( biri benim yaşlarımda genç bir Fransız kadın, biri de orta yaşlı tombul ve neşeli bir İtalyan) proje kapsamında uygulamayı önerdikleri yaklaşımı heyecanla aktarıyor. Bunu dünyanın çeşitli ülkelerinde uyguladık, başarılı olduk, şöyle yenilikçi, böyle katılımcı, aman da aman pek sürdürülebilir...

Bizim teknik ekip ise durmaksızın biz bunu zaten biliyoruz diyerek burun büküyor. Biz bakanlık olarak bunu 1960'lardan beri uyguluyoruz, şunlara bak 80'lerin sonumda akıl etmişler pehhh! Amerika'yı yeniden keşfediyoruz gibi havalara bak, ne sanki bu...

Kurumumuzda danışman olarak çalışan bir profesörümüz sürekli uzmanların çizdiği çerçeveden çıkarak konuyu kendisi yönetmeye kalkıyor ya da uygulanmaya çalışılan pratiği yok sayarak (bence kesinlikle kafası basmadığı için) başka şeyler yumurtluyor.

Arazi çalışması yapılıyor, bizimkiler yayılıp muhabbet etme havasında...

İki saat güzel giden grup çalışmasından sonra illa ki biri çıkıp bizim bu yaklaşıma ihtiyacımız var mı mealinde ortaya üfürüyor.

3. gün artık dayanamayan uzmanın birini proje koordinatörümüze patlarken yakalıyorum. "İnsanlar istemiyorsa biz neden geldik?" diye soruyor. Ortalığı yatıştırıyorum.

Bugün öğlen yemek sırasında bir toplantı yapmaya karar veriyoruz çekirdek bir grupla, nasıl ilerleyeceğiz konuşmak için. Odak noktası dediğim adamlar çalıştay öncesi toplantıda söyledikleri şeylerin arkasında durmuyor. Az sonra anlaşılıyor ki hala bir kavram kargaşası var. Bu ne demek, odaklar daha konunun özüne odaklanamamış.

Öğleden sonra oturum devam ediyor. Biri o anki çalışma konusundan bağımsız olarak konuşmaya başlıyor. 2015 yılında yapılan bir toplantıdan söz edip lafı şuna getiriyor: Bizim bakanlık zaten bu işi yapıyordu, proje parasını verseydiniz bize, zaten uyguluyorduk bunu orada harcardık. Kafanıza göre plan yapıyorsunuz.......

Proje koordinatörü çığlık atıp kaçacak durumda, uzmanların yüzü düşüyor.

Şimdi oturdum şu soruları analiz etmeye çalışıyorum:

1. Her moku çok iyi biliyoruz özgüveni bize nereden geldi? O yüzden mi dünyaya mal olmuş bir yaklaşımımız yok? O yüzden mi GEF ten hala para alarak bu beğenmediğimiz projeleri yapmaya çalışıyoruz? Siz ne bileceksiniz ben kitabını yazarım havası tam bizim dolmuşçu ruhu değil mi?


Bahsettiğim kafa bu kafa işte... Üstelik salondakiler okumuş arabeskçiler ve hepsinden fenalar...

2. Bazı şeyleri anlamamak ya da anlamamak için diretmek konusunda hiçbir konuda olmadığımız kadar ısrarcı olmayı nasıl başarıyoruz? Bir proje konsepti 4 yılda ne kadar anlatılabilirse o kadar anlattık. Benim anladığımı sen nasıl anlamıyorsun? Aşağı yukarı aynı okullardan mezunuz, dahi falan değilim o kesin yani, demek ki başka şeyler anlayışın önüne geçiyor dostum nedennn neden o bariyerleri kaldırmıyorsun?

3. Söylediğin sözün nereye gideceğini hesap etmeden konuşmak konusunda neden bu kadar rahatız? Yani şu kadar insanın arasında birilerini suçlayacak ya da zor duruma düşürecek bir şeyler söylüyor olmaktan neden gocunmuyoruz?

Hepsini bir oradan bir buradan çekiyorum kafamda, hepsi inanılmaz bir cahillikle ilgili diye karar veriyorum en sonunda...

Milletçe hastalığımız; ne kadar az bildiğimizi bilmemek ya da kabul etmemek. Geçen bir arkadaşım anlatmıştı bu durum bir sendrom olarak tanımlanmış. İşte tam bundan muzdaribiz. Ama elbette teşhisi de kabul etmiyoruz!

Not: Nefret top6 listemde bu gruba yer vermişim zaten. 3 gün boyu bunlardan bir salon dolusuna maruz kalmak çok acı verici ama!